Toplumsal Cinsiyet Algısı Üzerinde Eleştirel Yaklaşım

  • Anasayfa
  • Genel
  • Toplumsal Cinsiyet Algısı Üzerinde Eleştirel Yaklaşım
Şahin hukuk blog

TOPLUMSAL CİNSİYET ALGISI ÜZERİNDE ELEŞTİREL YAKLAŞIM

                                                                                                          31.03.2023

I.GENEL OLARAK

Toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık, cinsiyet rollerinin “doğal” ve değişmez, biyolojik varlığımıza bağlı şeyler olduğu varsayımına dayanır. Bu varsayım yanlıştır, çünkü cinsiyet rolleri hem zaman içinde hem de kültürden kültüre değişirler. Kadınlarla erkeklerin birbirlerinden farklı olmaları, basitçe bir “farklılık” olarak yaşanmaz, aynı zamanda, eşitsizliğin ve ayrımcılığın meşrulaştırılması da bu farklılığa dayandırılır. Farklılık, genel geçer “Kadınlık” ve “Erkeklik” kalıplarının üretilmesi ve yeniden üretilmesiyle sürdürülür, pekiştirilir. Ayrımcılık, bu kalıpların varlığını sürdüren en önemli araçlardan biridir[1].

Doktrinde, ‘kadınlara karşı ayrım’ deyimi, kadınların, medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni veya diğer sahalardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayrım, mahrumiyet veya kısıtlama anlamına gelecektir[2].

Dişliler teorisinin tartışıldığı süreçte, bu göreceli kavramlarla anılan toplumsal cinsiyet konusunda, teorinin mekanizma dolayısıyla karmaşık hale büründüğü görülmektedir. Politik bir sistemi en çarpıcı karakteristiklerine “nasıl çalıştığına, yönetimin çeşitli kolları arasındaki ilişkilere, emir kanallarını içeren devasa bürokratik mekanizmaların nasıl işlediğine, gerek sivillerin gerek resmi kuvvetlerinin birbirine nasıl bağlanmış olduğuna” değinerek betimlediğimizde, her bireye toplumsal düzenin sürdürülebilirliği için kullandığı dişliler ve çarklar olarak değinmek kaçınılmaz olur. Her dişlinin, yani her bireyin yeri, toplumda değişime neden olmaksızın doldurulabilmelidir, aslına bakılırsa tüm bürokrasinin, sivil kamu hizmetlerinin ve tüm yükümlülüklerin temelinde yatan varsayım budur. Böylece bütünselliğin parçalanması olarak bireyselliğin yitirilmesi karmaşık iş bölümünün gelişmesi ile paralel gelişen bir olgu olarak karşımıza çıkar.

Toplumda umursamazlığın veballeriyle ilgili bir kanun olmadığı gibi, insanların kurduğu hiçbir mahkemenin bu konuda hüküm vermeye yetkisi olmaması hem hayırlı hem akılcıdır[3].

Toplumda, kadına şiddeti, sadece erkeğin sorunu olarak görmek açık bir umursamazlık sorunudur. Toplumda kadını, korunması gereken bir süje olarak görmek ona verilen pozitif ayrımcılığın değil zayıf bir halka konumuna sokmanın bir sonucu olarak görülmelidir.

Ayrım olmaksızın gözetilen temel hak ve hürriyetlerin, eğitim, söz ve temsil haklarının iade-i itibarı ile taçlandırılan bağımsızlık mücadelesinin sonunda, Türk Sineması kimliği kadının özerk varlığının temsili ile inşa edilmiştir. Böylece kadın dernekleri, yayınları, konferansları ile yükselen bilinçler, ülkeleri ve kendileri hakkında söz söyleyen, bağımsız ülkenin bağımsız kadınları için sinemadaki temsil hakkı da vazgeçilmez olmuştur. Temsil demek bir “sembol” olarak sinema perdesinde boy göstermek demek değildir, bağımsız öznenin biricik bakış açısından sözünü söylemesidir, bu nedenle de vazgeçilmezdir. Türk Sineması’nın kimliği ile yasalarla elde edilen özerk kadın kimliği arasındaki yakın ilişki, sinemanın kitle iletişim aracı olarak, toplumsal dilin aynası olmasını sağlamıştır[4].

Kitle iletişimin içerik sağlayıcıları tarafından kurulan söylemler aracılığıyla medyada temsil edilen olgular, toplumsal dilin şekillenmesinde etkili olmaktadırlar ya da diğer bir deyişle: “Temsil toplumsal gerçekliğin doğrudan ifadesidir ve bu gerçekliğin potansiyel ve hâlihazırda (mevcut) bozulması/çarpıtılmasıdır”[5].

Toplumsal cinsiyet kadın ve erkek olmaktan ziyade kültürün ürettiği cinsiyet rollerine işaret etmektedir. Toplum tarafından kadına ve erkeğe biçilen bir rol vardır. Bu roller feminist bakış açısıyla çalışma yapan araştırmacıları da ikiye ayırmıştır. Bir grup “kadınlık ve erkeklik rolü”nün arasındaki bağın biyolojik temelli olduğunu söylerken bir diğer grup biyolojik temeli kabul etmekle birlikte bu rollerin öğretilmiş bir ayrım olduğunu düşünmüşlerdir[6].

Kişisel ve kolektif olanı farklı alanlara yerleştirmek ve ikisi üzerine de birbirinden bağımsız analizlere girişmek yerine, kişisel ve kolektif arasındaki bağlantı öznelerarası bir yaklaşımla kurulmalıdır. Öznelerarası bir yaklaşım da, kolektif belleğin ancak her bir öznenin katkısı ve dönüştürücü niteliğinin ve kolektif çerçevelerin kişisel hatırlama edimi üzerindeki baskısının eş zamanlı olarak göz önünde bulundurulmasıyla sürdürülebilir[7].

Toplumda cinsiyet kavramından yola çıkarak kadına şiddet bağlamında üretilen politikalarda tek düzelik açıkça ortaya konulmaktadır. Sanki kadına şiddetin sorumluluğu açısından bakıldığında kolektif bir suç görüntüsü ile toplumu oluşturan her bireye bu eylemlerden dolayı sorumluluk yüklenmiş görüntüsü kolektif suç ve ceza kavramını öne çıkarmaktadır. Kadına şiddet uygulayanın engellenememiş olmasından sanki toplumu oluşturan her birey sorumluymuş gibi bakış açısı politik bir bakıştır. Fakat sistemin bütün olarak çalışmasını sağlayanların sorumluluğu marjinal bir sorundur[8]. Sorunun temelinde yatan yanılsamanın öncelikle çözülmesi gerekir. Çünkü kadına şiddetin temelinde kadının erkeğe eşitliği değil, cinsiyetçi değerlerin sorgulanması sorunu söz konusudur. Ataerkil kültürel yapının ürünü olan ataerkil toplumsallaşma cinsiyetler hiyerarşisinin temelidir. Erkeğe atfedilmiş tüm özelliklerin olumlandığı, kadına atfedilmiş tüm özelliklerin ise olumsuzlandığı yahut daha yumuşak bir deyişle konuyla ilgili değer ölçeğinin ikinci sırasında yer aldığı deşifre edilmiştir. Öyleyse bu ataerkil yapının bozulması gerekir. Kadına şiddet kolektif bir ceza gerektiren eylem olmayıp temelinde yatan yanılsamadan kaynaklanan sorunları öne çıkarmaktadır. Bu bağlamda, modernliğin tüm egemenlik ilişkilerinin sorgulandığı kültürel çalışmalar alanında kadın araştırmaları ve araştırmacıları ortaya çıkar. Bu tür çabalar sayesinde davranış kalıpları daha düşük bir hızla değişse de, cinsiyetçi tutumların meşruiyetinin sarsıldığı görülmektedir. “Kızını dövmeyen dizini döver” zihniyeti ortadan kalkmasa da, bu zihniyetin açık savunucularının sayısında azalma barizdir. Egemen ideolojinin, konumuz bağlamında ataerkil ideolojinin sinsi ve açık en etkili yeniden üretim aracı olan medya, özellikle geniş kitlelerin hedeflendiği yayınlarda, örneğin en yüksek izlenme oranına sahip bir sabah kuşağı programında, popüler kültürün en etkili yüzlerinden birine kadına yönelik şiddete karşı kamuoyu oluşturma olanağı sağlamaktadır. En çok satan gazetenin iki yıldır yürüttüğü “aile içi şiddete son kampanyası” da önemli bir diğer örnektir.

Kuşkusuz toplumsal dönüşüm bugünden yarına gerçekleşmez. Cinsiyetçi ayrımcılığın meşruiyetini yitirmesi önemli bir adımdır. Ancak “değerlerin radikal dönüşümü”, yalnızca tutum-durum arasında bir farklılık yaratmaz; aynı zamanda değerlerin kendi arasındaki tutarlılık da kaybolur. Bu şizoid yapı hem bireysel hem toplumsal niteliktedir; yalnızca bu değişikliklere mecbur kalanları değil, bu değişikliklerden çıkarları bulunanları da içerir. Cinsiyetçi değerlerin çözülüşü sürecinde de, süregelen ataerkil sistem içinde toplumsallaşanlar, bu sisteme ne kadar muhalefet ederlerse etsinler, söz konusu bölünmüşlükten bir anda sıyrılamazlar. Dolayısıyla ataerkil değerlerden yakınmak ve hatta değiştirmek için mücadele vermek, cinsiyetçi özü, özellikle bireysel planda tamamen yok edemez. Toplumda cinsiyetçi değerlerin egemenliğini tespit ve bu sisteme muhalefette görülen çeşitli derecelerdeki sözde toplumsal mutabakatın (örneğin bugün kadın ile erkeğin fırsat eşitliğine çoğunluk söz ile karşı çıkmamaktadır/çıkamamaktadır.) cinsiyetçiliğe çözüm olduğu ikinci büyük yanılsamayı oluşturur.

II.BİLİŞSEL ŞEMALAR VE SİMGESEL ŞİDDET

Ataerkil zihniyet hala hegemonik bir durumdur; yalnızca egemen sınıf değil, egemen cinsiyet de tabi olana kendi değerlerini dayatır; erkek egemenliği ise, kadın-erkek eşitliği söylemi nedenli onay bulsa da sürmektedir. Bilindiği gibi kişisel tutumları tespit edebilmenin iki yolu vardır: Kişinin bu tutumla ilgili yaptığı bildirim ve/veya aynı kişinin o tutumla ilgili davranışı. Tamamen zihinsel bir süreç olduğu için doğrudan tutuma ulaşıp tespit etmek mümkün değildir. Özellikle modern toplumlarda, kişilerin cinsiyetler arası eşitlik konusuyla ilgili olarak bildirdiği tutumuyla toplumdaki uygulama, eylem, davranış açısından önemli bir fark göze çarpmaktadır. Bildirilen tutumlar eşitlik yönündeyse de eylemler bu yöndeki bilgiyi desteklememektedir. Yani kişiler ya olduğu gibi görünmemekte, ya da göründüğü gibi olmamaktadırlar. Cinsiyetler arasındaki eşitlik sözde desteklendiği halde eylemler bu yönde değildir. Tutumlara, aslına doğrudan ulaşmanın mümkün olmadığı apaçaçık ortadadır. Dolayısıyla kişilerin cinsiyetçi tutumlarını öğrenmek için baş vurulacak iki yol bulunmaktadır: Kişinin bu konuyla ilgili “söyledikleri” ve “yaptıkları”[9].Cinsiyet temelli ikilemlerin bu kadar kanıksandığı ve “normalleştirildiği” bir ortamda, nasıl ayırt edeceğiz hakikaten neyin “normal” ve “doğal” olduğunu?[10]

Bu araştırmanın verileri ataerkil sistemin çözüldüğüne ilişkin iki ayrı döneme ait yanılsamayı doğrulamaktadır. Ne birinci dalga kadın hareketi ve ait olduğu modernleşme sürecinin sağladığı kadını erkeğe eşit olarak kamusal alana girme olanağı ne de ikinci dalga kadın hareketi ve onun içinde bulunduğu modernleşmenin eleştirildiği sürecin sağladığı ataerkil değerlere ve buna bağlı cinsiyetçi asimetriye karşı oluşan kamuoyu derin ataerkil örüntüleri ortadan kaldıramamıştır. Bu durumla ilgili yukarıdaki sosyal psikolojik çözümlemelere, bilişsel cinsiyetçi şemalarla ilgili kuramlara önemli bir katkı da Fransız sosyolog P.Bourdieu’den gelmektedir[11].

Erkekliğin egemenliğinin (domination masculine) toplumsal değişmenin kadınlar lehine göstergeleriyle kırıldığını/kırılabildiğini düşünmeyen P.Bourdieu, toplumsal alanlar, habitus, “simgesel şiddet”, “simgesel iktidar” gibi kavramları aracılığıyla cinsiyetçi yapının açıkça algılanamayan yeniden üretim sürecini ortaya koymaya çalışır. Toplumdaki tüm cinsiyetçi bölüşümler, özellikle cinsiyete bağlı işbölümü sanki erkekle kadın arasındaki biyolojik farkın doğal bir sonucuymuş gibi meşrulaştırılır. Oysa bilişsel şemalar bu toplumsal bölüşüme göre biçimlenir ve bu defa onlar bu bölüşümün objektifmiş gibi algılanmasını sağlarlar. Habitus da toplumsal alana göre biçimlenen kalıcı algı, düşünce ve eylem şeması olarak tanımlanmaktadır. Toplum, bireylerin derinden içselleştirmesinden dolayı (bu içselleştirme toplumsal bilişsel kuramlara göre şemalardan, Bourdieu’ye göre habitustan kaynaklanır.) fark edilemeyen egemenlik ilişkilerinin bulunduğu ayrışmış alanlardan meydana gelir. Simgesel sermaye, o alanda saygı, şeref ve sözü geçme hakkı olup iktidarın temel kaynağıdır. Her alan, o alana özgü simgesel sermayeye sahip olup olmama durumundan doğan mücadele ve hiyerarşiyi içeren bir arenadır. Simgesel sermayeye bağlı egemenlik ve bağımlılık ilişkisi, ataerkil toplumda her cinsiyetin davranış, tutum, değer yargısı ve algısını yönlendirecek habitusları belirler. Cinsiyetçi habituslar, kadınların ev içi rollerle, onlar girdiğinde değeri düşen mesleklerle, edilgin davranış kalıpları ve kişilik özellikleriyle sınırlanmalarına yol açar. Görünen ve mücadelesi verilerek bir ölçüde değişen bu açık eşitsizliğin dışında, kendi durumunu küçümseyen, erkek gözüyle hemcinslerini değerlendiren, aynı değerler uyarınca kendi ikinci cinsliğini yeniden üreten sözde iltifat ve kayrılmalardan medet uman kadınlar üreten simgesel şiddet söz konusudur. Kendileri gibi olmamayı, kendilerinin asıl çıkarının ne olduğunu düşünmeden simgesel düzenin habituslarla dayattıklarını, ki bu bir anlamda maruz kaldıkları simgesel şiddettir, uygulamayı sürdürmektedirler. Simgesel iktidarın sürekliliğini sağlayan simgesel şiddetten kaçınmak şöyle dursun, kadınlar kimi zaman, simgesel şiddete maruz kalmayı tercih etmektedirler. Diğer bir deyişle kendi ikinci cinsliklerini pekiştirecek kimi uygulamalara gönüllüdürler; uygulanmazsa rahatsızlık hissetmektedirler: Geleneksel rollerini ödüllendirerek pekiştiren anneler gününün kutlanmasını ister çoğunluk kadın. Üstelik yalnızca anneler değil, çocuksuz kadınlar da, adeta ataerkil değerlere göre özür addedilen durumların kapatmak istercesine arzu etmektedirler bu kutlamayı. Yine kadınlar kendi tabiyetlerini onaylar biçimde, evlenme ve arkadaşlık tekliflerinin erkekten gelmesini; sandalyelerinin tutulup yerlerine oturtulmayı, kapıları açılıp önden geçmeyi, özel günleri erkeklerin hatırlayıp onlara ödül vermesini, erkeğin yaşının, boyunun ve gelirinin kadından fazla olmasını “normal” bulmakta ve bu vesileyle ikinciliklerini, tabiliklerini yeniden üretmektedirler. Evlendikleri vakit, iki soyad kullanmayı bir kazanım gibi değerlendirmektedirler; oysa evli erkeğin medeni durumu yahut tek soyadlı kadının medeni durumu ismine yansımadığı halde iki soyadlı kadının evli olduğu, hiç deklare etmeden belli olmaktadır; ve medeni durumun nüfus kağıtlarından bile kaldırılmasının söz konusu olduğu bir çağda geri bir adımdır[12].

III.TOPLUMSA L CİNSİYET V E CİNSİYET ROLLERİNİN ALGILANIŞI

Bireyin toplumsallaşma sürecinde yeri doldurulamaz bir öneme sahip olan aileyi takiben, okul sürecin ikinci önemli faktörü olarak devreye girmektedir. Ailede başlayan rol ayrışması, okuldaki eğitim sürecinde perçinleşmektedir. Müfredat ve ders kitaplarının içeriği ve öğretmenlerin geleneksel değerlere koşullandırılmış genel tutumları, bu yönde belirleyici bir etkiye sahiptir. İlköğretimin özellikle ilk sınıflarına ait ders kitaplarında, okula adımını yeni atmış ve toplumsallaşma sürecinin güçlü olduğu bir yaşam kesitinde bulunan çocuklara, sistematik bir şekilde, nasıl kadın ve erkek olacakları öğretilmektedir. Ders kitaplarındaki kadınlara toplumsal yaşamda edilgen, erkeklere ise etkin kimlikler verilmektedir. Erkekler kamusal alanda etkin olmaya yönlendirilirlerken, kadınlar, eşleri, çocukları ve ev işleriyle sınırlandırılmaktadırlar. Ders kitaplarındaki anneler temizlik, yemek, turşu, salça, konserve yapan; çamaşır, bulaşık yıkayan; çocuk ve hasta bakan kişiler olarak anlatılmakta ve resmedilmektedir. Kadınların bir işte çalıştığını belirten metinlerde bile, asıl görevlerinin ev içinde olduğuna vurguda bulunulmaktadır. Bunun sonucu olarak kadınlar, aile içinde kocalarına olduğu kadar çocuklarına da bağımlı kişiler olarak tanımlanmaktadırlar. Erkekler ise hemen her zaman bir işin yapılmasına karar veren kişiler olarak anlatılmaktadır. Kitaplarda model olarak takdim edilen erkek, hemen her zaman, ailenin başkanı ve evin giderlerini karşılamaktan sorumlu kişi olarak görülmektedir. Örneğin Şenay küçük kardeşine bakmış… Ümit babasının dükkanında çalışmış.. Oğuz da tamirci olan dayısına yardım etmiş ifadeleri[13] kız ve erkek çocuklara biçilecek rollerin açık bir şekilde ipuçlarını vermektedir. Aynı kitabın Evde Demokrasi (Ailede Sorumluluk Paylaşımı) başlığı altında şu ifadeler yer almaktadır; Anne ev işlerinin düzenli yürümesini sağlar. Yemek, temizlik ve ütü gibi işleri yapar. Bazı anneler aynı zamanda bir işyerinde çalışır ve böylece ailenin geçimine katkıda bulunur. Baba, ailenin geçiminden sorumludur. Çalışıp para kazanır. Ailenin beslenme, giyinme gibi ihtiyaçlarını karşılar. Evdeki tamirat ve düzenleme işlerini yapar[14]. 2000 yılı baskılı temel eğitimde okutulan bir matematik kitabında bile, bir matematik sorusunun cinsiyet rolleriyle bağlantılı şekilde sorulduğu görülmektedir: Annem, yemek masasına 4 büyük, 4 de küçük tabak koydu. Masada kaç tabak oldu?[15].

III.TOPLUMSAL CİNSİYETİN YASALAŞMADA ETKİSİ

Toplumsal cinsiyet, adaleti, kadınların yasal haklarını geliştirmek ve kadınların sosyal ve ekonomik politikalardaki ihtiyaç ve ilgilerini artırmak için düzenlenen projelerde kullanılan bir kavram olmaya başlamıştır. Çoğunlukla toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve kadınların güçlendirilmesi kavramları ile dönüşümlü kullanılır.

Türkiye’de toplumsal cinsiyet adaleti kavramı toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı ile temel de kadınlar için aynı şeyleri istese de toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını eleştirmek için kullanılan bir kavramdır. Bu anlamda, üç noktada bu kavramın neden toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının karşıtı olamayacağı açıklanacaktır. İlk olarak toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının farklılıkları göz ardı ettiği iddia edilir. İkincisi, toplumsal cinsiyet kavramı kadınların ve erkeklerin farklı doğalarını görmezden geldiği vurgusu yapılır. Üçüncüsü, toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının kadınları erkeksileştirdiği savunulur.

Toplumsal cinsiyet adaleti kavramını toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının karşısına koymak eşitsizliğe neden olan farklı kadın ve erkek deneyimlerini, toplumsal ve kültürel olarak kurgulanmış normları, değerleri ve bunlar üzerine kurulmuş farklı sorumluluk ve görev anlayışını görünmez kılar. Eşitliği sadece yasalar önünde değil gündelik hayatın tüm alanlarında sağlayacak politikalar için eşitlik ve farklılık kavramları birbirine tamamen zıt kavramlar olmak zorunda değil. İki kavram kadın hareketi için birbiri ile ilintili kullanılabilir[16].

2002 yılı sonrası süreçte özellikle yeni Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunun yürürlüğe girmesi ile oluşan yeni hukuk düzeni, kadının insan hakları lehine önemli ölçüde değişiklikler içermektedir. Ancak insan hakları “soyut ve teorik” olmadığından, somut pratik yaşama etkili olacak şekilde yorumlanarak uygulanması önem arz etmektedir.

Yargı kararları, yasalardaki değişimin toplumsal hayata dönüşümünde önemli bir rol oynamaktadır. Yasalarda yapılan olumlu değişikliklerin ve soyut olarak var olan hakların fiili hayata yansıması, ancak yargının bu yönde kararlar vermesi ile sağlanabilecektir. Bu noktada kadının insan hakları lehine değişen yasaların pratik yaşama yansıma şeklini göstermek için, Yargıtay’ın “kadın bağırmazsa tecavüz değildir”, “kadının, ev kadını olarak, evin yemek, temizlik gibi işleri yapması, kocasına ait evin ve otomobilin edinilmesine katkıda bulunduğunu göstermez” şeklinde kamuoyuna akseden kararları ile zihin okuması yaparak salt kıyafet biçiminden ötürü genel ifadelerle kadını itham eden yorumları incelenmiştir. Bu surette değişen yasalardaki bakış açısı ile çelişen genel yorumlar tespit edilerek, yasaların benimsenmesi ve fiilen uygulanması için yargı organlarının ve genel olarak toplumun zihniyetinin değişmesi ve hukukun öncelenmesi gerektiği ortaya konmaya çalışılmalıdır.

2001 yılı sonrası, Avrupa İstikrar Girişimi’nin 2007 yılında yayımladığı “İkinci Kadın Devrimi. Feminizm, İslam ve Türkiye Demokrasisinin Olgunlaşması” adlı raporda, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kadınların statüsü konusunda büyük çapta yeniliklerin gerçekleştiği ikinci dönem olarak kabul edilmektedir. 2002 yılında eşitlik açısından oldukça önemli değişiklikler içeren Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesi, 2004 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nun özel olarak kadını ilgilendiren maddelerinde yapılan değişiklikler, 2003 yılında yürürlüğe giren yeni İş Kanunu ve 2004 yılında Devlet Memurları Kanunu’nda yapılan değişikliklerle kadın işçiler ve kadın memurlar hakkında paralel düzenlemeler getirilmesi, cinsiyet dahil hiç bir nedenle temel insan hakları bakımından ayrım yapılmayacağının özel olarak belirtilmesi, cinsiyet veya gebelik nedeniyle daha düşük ücret verilemeyeceğinin, cinsel tacizlerle ilgili hükümlerin yasada yer alması, kadınlarla ilgili ciddi hukuki ilerlemelerin kaydedildiğini göstermektedir.

2007 yılında Ailenin Korunmasına Dair Kanunda yapılan kısmi değişikliklerle devam eden bu düzenlemeler, dönemin önemli bir reform dönemi olarak adlandırılmasına neden olmuştur[17]. Yasalardaki değişime yol açan bakış açısı, Anayasa’nın 10. maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.” ifadesinin eklenmesi ile anayasal nitelik kazanmıştır. Bu durumda yasa değişikliklerinin ana hedefinin, kadının bir birey olarak korunması, hukuki ve fiili eşitliğin sağlanması olduğu ifade etmek mümkündür. Türk Medeni Kanunu’ndaki Ana Değişikliler 22 Kasım 2001 tarihinde kabul edilen Türk Medeni Kanunu, ailede cinsiyetler arası denge açısından önemli değişiklikler getirmiştir. Yasada yapılan düzenleme sonucu eşler çocukların velayet hakları ve evlilik süresince edinilen mallar konusunda eşit karar alma yetkilerine sahip olmuştur. Kanundaki en önemli değişikliklerden bir tanesini, evlilik içerisinde edinilen malların paylaşım sistemi oluşmaktadır. Yeni Medeni Kanun, evlilik içinde edinilmiş olan ve kişisel malın dışında kalan genel olarak manevi tazminat, kişisel kullanıma tahsis edilen mal ve miras ve evlilikten önce sahip olunan mallar dışındaki mallar ikiye bölünmesini gerektirmektedir. Yasa yürürlüğe girdikten sonra elde edilen malların bedeli, evlilik sona erdiğinde eşit olarak paylaştırılmaktadır. Yürürlükten kalkan eski Medeni Kanunu’nda mal rejiminde, boşanma halinde evlilik içinde edinilen mal kime ait ise, onun uhdesinde kalmaktaydı. Zira “karı koca mallarının idaresi” hususunda ayrı bir sözleşme yapılmadığı takdirde “mal ayrılığı” uygulanmaktaydı. Türk Medeni Kanunu’nun 186. maddede; “Karı kocadan her birinin bütün mallarının mülkiyet, idare ve intifa haklarını muhafaza etmesine mal ayrılığı denir. Karı mallarının iadesini kocasına bırakmış olduğu takdirde evliliğin devamı müddetince hesap sormaktan vazgeçtiği ve mallarının bütün gelirini ev masrafına karşı kocasına bıraktığı farz olunur. Karı, kocasına bıraktığı idare hakkını her zaman geri alabilir ve geri almak hakkını ıskat etmesi mümkün değildir.” ifadeleri yer almaktaydı.

Genel olarak, Türkiye’deki gayrimenkullerin %90’undan fazlasının erkeklere ait olduğu gerçeği, her iki eşin de çalıştığı ailelerde dahi malların erkek üzerinde kayıtlı olduğunu ve “mal ayrımı” rejiminin kadının maddi anlamda zarara uğramasına sebebiyet verdiğini göstermektedir. Bu nedenle yeni Medeni Kanun, “ev içi hizmeti” ekonomik bir değer kabul ederek ve mevcut hakkaniyetsiz uygulamayı sona erdirmeyi hedeflemiştir. Dönemin Adalet Bakanı “Eşitlik ilkesi görüşmekte olduğumuz tasarının temeli niteliğindedir. Bu eşitlik her şeyden önce, kadın-erkek arasında ve ailede eşler arasındadır (…) Bu tasarıya göre, eşler eşit haklara, eşit yükümlülüklere sahiptirler.” ifadeleriyle yeni Medeni Kanun’a yansıyan bu bakış açısını ortaya koymuştur.

Ceza Kanunun Değişme Süreci ve Kadın Sivil Toplum Kuruluşların Yasalaşma Sürecine Etkileri 1 Temmuz 2005 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Yasası, özellikle ceza yasa tasarısı ile karşılaştırıldığında, kadın hakları açısından önemli gelişmeler içermektedir. Yasa taslağı; henüz 4. maddesinde tanımlar yapılırken “Bu deyim kızları da kapsar” ifadesine yer veren, kadına karşı işlenen suçların “Topluma Karşı Suçlar” kapsamında “Cinsel Bütünlüğe ve Edep Töresine Karşı İşlenen Suçlar” başlığı altında değerlendirildiği, “Küçüklerin ve çocukların rızası ile ırzına geçilmesi” şeklinde bir madde başlığı taşıyan oldukça sorunlu bir metindi. Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin (CEDAW) 1996 raporu, Türkiye’nin uygulamadaki Ceza Yasası’nın 29 maddesinin sözleşme hükümlerine uymadığına dikkat çektiği halde, kadın bir adalet bakanı görevde iken dahi Ordinaryüs Profesör Sulhi Dönmezer’in yaklaşık on sekiz yıl gündemde kalan taslağında sadece yüzeysel bazı değişiklikler gerçekleştirilmişti.

2003 yılında Türk Ceza Kanunu’nun tamamen değiştirilmesi gündeme geldiğinde ise taslak, kadın örgütlerinin girişimi ile parlamento Adalet Alt Komisyonu’nda uzman hukukçular eşliğinde tekrar revize edildi. Bu süreçte kadına karşı işlenmesi nedeniyle öncelikle kadını ilgilendiren maddeler tekrar düzenlendi. Ceza Yasasının amacının kişi hak ve özgürlüklerini korumak olduğunu belirten birinci maddeden başlanmak suretiyle yasada köklü değişiklikler gerçekleştirildi. Toplumun ve ailenin vazgeçilmez öğesi bulunan kadının, önce bir birey olarak kabul edilmesi gerektiği düşüncesiyle yasadaki kadın-kız ayrımı kaldırıldı ve kadına karşı işlenen suçlar “kişilere karşı işlenen suçlar” bölümüne alındı. Cinsel davranışlarla bir kimsenin vücut dokunulmazlığının ihlal edilmesi, “cinsel saldırı” şeklinde tanımlandı, şikâyet halinde evlilik içi gerçekleştirilen cinsel saldırı suç sayıldı. Sonradan evlenme halinde cinsel saldırı suçundan ceza almayı engelleyen madde ile evli ve bekâr kadınların kaçırılmalarının cezasını farklı düzenleyen ceza maddeleri yürürlükten kaldırıldı. Kolluk kuvvetleri tarafından ya da işyerinde gerçekleşen taciz, cezayı ağırlaştıran sebepler arasında sayıldı. Töre saiki ile gerçekleştirilen cinayetlerin cezası ağırlaştırıldı. Kadınlara verilen altı aydan az süreli hapis cezalarının evde geçirilmesine imkân tanındı. Aile içi şiddet, dayak, aç bırakma şeklinde gerçekleşen “eziyet” yasa kapsamına alındı. Evlilik ile alakalı hileli hareketler, suç haline getirildi. Resmi nikahın bulunmadığı durumlarda dahi “kendisinden hamile olduğu bildiği bir kadının zor durumda terk edilmesi” şeklinde yeni suç tipleri düzenlendi. Bu surette yasalaşma aşamasında alternatif metinler hazırlayan kadın örgütlerinin tekliflerinin adalet komisyonundaki milletvekilleri tarafından kabul görmesi üzerine, tasarıdaki yaklaşık 35 maddenin 30 tanesi değişikliğe uğradı.

Adalet Bakanının “Türkiye sessiz ve derinden bir zihniyet değişimini yaşıyor. Bu zihniyet değişiminin önemli bölümünü de Ceza Kanunu yansıtıyor.” ifadeleri ile değerlendirdiği bu süreçte, Ceza Yasası’nın ana mantığı tamamen değişti. Kanunun kapsamına ve temeline bakıldığında, kadın haklarıyla ilgili kazanımlar, iki ana mücadele dönemiyle ilişkilendirilebilir:

  1. Kadınların, özellikle yasalar önünde erkeklerle birebir eşitliğinin hedeflendiği formel talepler ve dolayısıyla kazanımlarla belirginleşen dönem,
  2. Yasal eşitliğin günlük yaşam pratiğine geçirilebilmesi için ataerkil değer ve normların ve dolayısıyla cinsiyetçi toplumsallaşmanın sorgulandığı dönem[18].

Geleneksel toplumda erkeğin kadın üzerindeki yasal, meşru, uygulamalı egemenliği; modernleşme sürecinde yerini kutsallaştırılmış “toplumun anneliği”ne bıraktı. Bu vesileyle kadın kamusal alana çıkabildi; ancak eşiti olmayı hedeflediği erkek, hala hem de en üst biçimde egemenliğini sürdürüyordu. “İlk kadın (…) aşağılanmıştı; ikinci kadın idealize edilmişti. Ama her durumda erkeğe bağımlıydı, (…) ona göre tanımlanıyordu: erkeğin olmasını istediğinden başka bir şey değildi.” Modernliğin çözülmesi döneminde ortaya çıkan kadın ise sözde özgür. Ama bu sözde özgürlük, ataerkil değerlerin belirlediği ortamda yaşandığı için irdelenmeyi hak ediyor[19].

YASALARDAKİ DEĞİŞİKLİKLERİN TOPLUMA YANSIMASI

Özellikle cinsiyetler arasındaki fiili eşitliği sağlamayı hedefleyen bir bakış açısı ile hazırlanan Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda, kadın sivil toplum kuruluşlarının çalışmaların dikkate alınarak somut düzenlemeler yapılması oldukça önemli bir aşamadır. Ancak kanunlar, toplumsal değişim için önemli bir araç olsa da, tek başına yeterli değildirler. Önemli olan yasalarda yer alan kadınlara ilişkin olumlu düzenlemelerin hayata geçirilmesidir. Kanundaki değişimin toplum nezdinde hissedilmesi, bu yönde uygulamalar gerçekleşmesine bağlıdır. 2007 AB İlerleme Raporunda ifade edildiği üzere, Türkiye’de cinsiyet eşitliğini teminat altına alan yasal çerçeve mevcuttur. Ancak bu çerçeveyi sosyal bir gerçek haline dönüştürmek için daha fazla çabaya ihtiyaç duyulmaktadır. Zira ekonomik katılım ve fırsatlar, eğitim düzeyi, sağlık ve siyasi güç açısından kadın ve erkek arasındaki fark belirgin düzeydedir[20]. Yapılan araştırmalar, Türkiye’de genel olarak yasalardaki hakların, kısıtlı bir şehirli kesim dışında Türk toplumuna nüfuz etmediği gerçeğini ortaya koymaktadır. Türkiye, cinsiyet eşitliği açısından hemen hemen her ölçüte göre Avrupa ülkelerinin gerisinde yer almaktadır. Kasım 2006’da İstanbul’da gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında sunulan rapor Türkiye’nin cinsiyet temelli eşitsizlikler açısından 115 ülke arasında 105. sırada yer aldığını göstermektedir. Kadının eğitim, sağlık, parlamento ve çalışma yaşamına katılımın değerlendirildiği bu tabloda AB (Avrupa Birliği) ve OECD (Avrupa Ekonomik ve İşbirliği Örgütü) ülkeleri arasında işgücünde en düşük kadın oranına sahip olan ve kadınlar arasında okuryazar oranı açısından en kötü durumdaki ülke Türkiye’dir. Bu durumdan çıkarılan sonuç yasal olarak tanınan hakların toplumun algısına tam olarak yansımadığı görülmektedir.

YASALARDAKİ DEĞİŞİMİN YARGI KARARLARINA YANSIMASI

Yargı kararları kanunlardaki değişimin kadının yaşantısına yansıması ve hakların somut olarak kullanılmasında kilit rol oynamaktadır. Zira sadece bazı emarelere dayanmak suretiyle kadın aleyhine emsal nitelikli ve kesin hüküm içeren genel yorumlar yapılması, değişen yasaların fiili olarak akamete uğratılmasına neden olmaktadır. Sonuçta pozitif hukuk, yürürlüğe girdiği anda henüz bütünüyle belirlenmiş bir anlama sahip olmayıp nihai biçimlenişini uygulama aşamasında kazanıyorsa, uygulamaya dair kurallar (yöntem kuralları) da bir hukuk düzeni için en az hukuk normları kadar önemlidir[21]. Hukuk normlarının anlamını belirleme, somut olayda bu normların gerçeğini ve sınırları hakkında bağlayıcı karar verme imkanı, yargının “gerçek veya filli yasama” ya da “derin yasa koyucu” olarak nitelenmesine bile yol açmıştır. Yargının, bu işlevini kamunun gözlerinden ırak süreçlerde, toplumun büyük bir kısmının anlamakta zorlandığı bir lügatle ve eleştirilere karşı geleneksel algılardan veya yasalardan kaynaklanan “koruma duvarları” içinde icra etmesi, onun bir tür “sessiz iktidar” haline getirmektedir. Uzun süreden beri değişikliğe uğramamış normlar karşısında, bu iktidar, nispeten sınırlıdır. Bu sınır, normun anlamının ve benzer olaylarda uygulama şeklinin, tekrarlanan ve böylece istikrar kazanan içtihatlar nedeniyle önemli ölçüde belirginleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır[22]. Buna karşın (şu an kadın hakları ya da genel insan hakları lehine olduğu gibi) hukuk düzeninde kapsamlı değişikliklerin yapıldığı reform zamanlarında, “yargı erki” nin hareket serbestisi artarak etki alanı genişlemekte ve siyasal işlevi öne çıkmaktadır. Reformlar karşısında yargının takınacağı tavır da, bu çerçevede hayati önem kazanmaktadır[23]. Bu nedenle yargının değişen yasalara olan bakış açısını ortaya koymak üzere sırasıyla, cinsel saldırı, kadının ev içi emeği ve yükseköğretim kurumlarında başını örten öğrencilerle ile ilgili üç farklı temalı karar incelenmiştir.

Ancak öncelikle ifade etmemiz gerektiği üzere emsal nitelikte olması açısından önem arz eden bu kararlarda eleştiri konusu yapılan, yargı makamlarının hukuki değerlendirmesi değildir. Bu makalenin nihai hedefi, Yargıtay ve Danıştay’ın temyizin incelenmesi sonucu tesis ettiği kararlarda kullanılan yorumlar ve genel olarak kadının insan hakları aleyhine varılan sonucun değişen yasalardaki eşitlikçi bakış açısıyla çeliştiğinin ortaya konmasıdır. “Somut Delil Olmayan Durumlarda Yargının Cinsel Saldırı Suçlarına Bakış Açısı Yargıtay’ın cinsel saldırı (tecavüz)” suçuna bakış açısını gösteren bir kararda, Bafra Ağır Ceza Mahkemesi, cinsel saldırı ve geceleyin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu işlediği gerekçesiyle 15 yıl ağır hapis cezasına hükmettiği bir kararda, Yargıtay “kadın bağırmadığına göre eylem rızaya dayalıdır” yorumuyla ceza verilmemesi gerektiğini ifade etmiştir.

SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME

Türkiye’de yapılan hukuk kuralı değişikliklerinin toplumsal cinsiyet algısı üzerinden uygulamayı değiştirip değiştirmediği sürekli tartışılan bir konudur. Yasanın değişmesi üzerine son tahlilde kuralın uygulanmasından başka bir şey olmayan yargı kararının da değişmesi gerekir, doğru olan budur. Ancak yargıçlar açık yasa hükümlerinden ziyade var olan zihinsel kalıpları ile kişiye göre değişen yorumlarla kararlar ihdas ettiklerinde, sonuç her zaman bu yönde olmamaktadır. Yargı organlarının kanunları kanun koyucunun öngördüğünden daha dar yorumlaması yasaların toplumsal hata dönüşümünü olumsuz etkilemektedir. Kadının insan hakları lehine yasalarda değişiklik yapılması, yapılan değişikliklerin hayata geçirilmesi ile önem kazanmaktadır. Buna karşın yasalardaki temel değişim, yargı kararlarına değişik şekillerde yansımaktadır.

Türk Ceza Kanununun uygulamasında Antalya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kadının ruhsal dengesini bozduğu ve bundan sonraki yaşamını etkileyeceği gerekçesiyle dini nikahlı eşini rıza dışı ters ilişkiye zorlayan sanığı 10 yıl 5 ay hapse mahkum etmesi ve töre saikiyle işlenen cinayetlerde sanığa verilen ağırlaştırılmış müebbet cezalarının verilmesi, mal varlığını kumara yatıran eşin kısıtlanması gibi örnekler yasa koyucunun ve sivil toplumun yasa değişikliklerinde hedeflediği olumlu yönde gelişmelerdir. Ancak bu makalede atıf yaptığımız inceleme konusu içine dahil ettiğimiz Yargıtay’ın bağırmayan kadının cinsel saldırıya rızası olduğu sonucuna varması, 2002 yılı öncesi ev içi emeğin tazminata esas olunmayacağına ilişkin kararları, eğitim görmüş örtülü kadınların aslında laik cumhuriyet ilkesine karşı çıkma amacıyla örtündükleri iddiası, yasalardaki kadının birey olarak korumayı hedefleyen bakış açısının, her zaman için kararlara yansımadığını göstermektedir. Elbette ki birkaç mahkeme kararı ve Yargıtay kararından yola çıkarak yasaların uygulanmadığını ya da “Yargı da kadın düşmanlarının!” olup olmadığını sorgulamak doğru değildir. Ancak basına ve medyaya yansıyan emsal nitelikteki kararlar, yasalardaki değişimin sadece şekilsel olarak değil, esas açısından da kararlara daha fazla yansıması gerektiğini göstermektedir. Önemli olan yasalardaki ana mantığın geçerlilik kazanmasıdır. “Tecavüze uğramışsa kadının da bunda bir payı vardır” ya da “evlilikte edinilen mallarda kadının herhangi bir hakkı yoktur” tarzı “başını örttüğüne göre hakkı da kısıtlanabilir” tarzı ön kabuller sonucu yargı kararlarına yansıyan yorumlar, sadece yasal mevzuatın değişmesinin yeterli olmadığını ve bu alanda özel çalışma yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Sonuçta yargı kararları, değişen yasaların toplum tarafından içselleşmesinde önemli rol oynamaktadır.

Kadının kuvvetlendirilen yasal konumun pratik yaşama da yansıması için kararların da aynı yönde olması gerekmektedir. Nitekim bahis konusu hatalı yorumlar içeren kararlardan basın yoluyla haberdar olan kişilerin örneğin olası bir cinsel saldırı suçunda “bunu ispat edemem, delil olmadığı için beni haksız bulurlar bu nedenle hiç karakola müracaat ederek daha kötü bir duruma düşmeyeyim”, ya da “nasılsa benim ev içi emeğimin maddi bir değeri yokmuş” veya “ne kadar ağır bir ayrımcılığa muhatap olursam olayım başörtülü olduğu için mahkeme beni haksız bulacaktır” düşünceleriyle hukuki yollara müracaattan vazgeçmesi olasıdır. Bu durum da adaletin tesis edilmesini engellemektedir. Nitekim TESEV’in “Algılar, Zihniyet Yapıları ve Kurumlar: Yargı Kurumu Raporu”nda ortaya konan “temel hak ve hürriyetlerden ziyade devleti” korumanın görevi olduğunu ifade eden yargıçların varlığı, örneğin Yargıtay eski başkanı Osman Arslan’ın emekliye ayrılırken yaptığı konuşmada “yargının da taraf olacağını ama Türkiye Cumhuriyeti’nden yana, Cumhuriyet’in temel nitelikleri konusunda taraf olacağına” ilişkin beyanları, yargıcın yalnızca ve sadece hukuktan taraf olması gerektiği yönündeki tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Tarafsız bir noktada durması gereken yargının belli şartlar altında hukuku göz ardı edilebileceğine ilişkin bir bakış açısına sahip olması, bir sonraki aşamada her yargıcın her konuyu hukuki normlardan önce kendisi bakış açısına göre değerlendirilmesi tehlikesini beraberinde getirmektedir. Devletin yüksek menfaatleri için evrensel hukuktan her sapma hukuk devleti ilkesine zarar verdiğinden fayda yerine zarar vermektedir. Nitekim TESEV’in yargı mensuplari ile görüşerek gerçekleştirdiği çalışmayı değerlendiren Doç Dr. Mustafa Şentop’un da ifade ettiği üzere, yargıçların kendilerini, bir tür “memur” olarak görmeleri sorunun temelini oluşturmaktadır. Yargı bir bürokratik kurum haline gelmiştir. Hukuk sistemi içinde yargıcı yücelten, vicdanına atıflar yapan, kanaatine değer veren kurallar bürokratik işleyiş içinde bir mânâ taşımamaktadır. Yargıç, hukuk kuralına, olayın özelliklerine, tarafların iddia ve savunmalarına, vicdanî kanaatine değil, Yargıtay’ın uygulamasına göre karar vermeyi tercih etmekte; yine raporda kullanılan ifade ile “yüksek yargı oligarşisi”ne tabi olmayı seçmektedir. Bu noktada kararı temyiz aşamasında Yargıtay tarafından bozulan yargıçlardan hemen hemen tamamı, kararında “ısrar” yerine Yargıtay görüşüne uymak zorunda hissetmektedir. Zira Yargıtay tarafından bozulan her karar yargıcın yükselmesinde olumsuz etki yapmaktadır. Tek başına yasa değişiklikleri ile bir ülkenin ve fertlerin özgürleşmesi ve haklarını engelsiz olarak kullanabilmeleri mümkün değildir. Bunun için yasa uygulayıcılarının ve yargının da fiilen özgürleşmeleri ve kararlarına bunu yansıtması gerekmektedir. Buna karşın “Tehdit algı”ları kendini devleti korumakla görevli bir memur olarak düşünen yargıçları failler karşısında farklı tutumlara sahip kılmaktadır.

Yargıçlar hukukun kesinlik taşıyan, objektif ve tarafsız yüzünden ziyade yorumlarla esnetilmiş, göreceli ve sübjektif yaklaşımlara yatkın görünmektedir. Yargıçlar da ülkenin bütün vatandaşları gibi bir siyasî görüş taşıma, hayatlarını bir dünya görüşü, bir siyaset anlayışı içinde yaşama hakkına sahiptir. Ancak yargıçları diğerlerinden ayıran husus, karar verirken adalet ideali bakımından tartışılır derecede, bu siyasî görüşlerini kararlarına yansıtmaktan kaçınma mükellefiyetleridir.

Toplumsal cinsiyet algısı ile yasal arasındaki çelişki durumu toplumun her kesimine sorumluluk gerektirmekte olup cinsiyet algısı konusunda eşitlikçi bir görüş yerleştirmek gerekir. Sadece belli kesimlere sorumluluk yüklemek adil olmayacaktır.

[1]              Aksu Bora, Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, 1998,s.1

[2]              Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi, Madde 1

[3]              Hannah Arend, Çeviri Müge Serin, Sorumluluk ve Yargı, Sel yayıncılık, 2016, s.23

[4]              Hatice Gül YALÇIN, Eleştirel Feminist Film Kuramı Bağlamında Pandemi Dönemi Türk Sineması Dili,

Namık Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Dergisi, Vol3(2), Ekim2021, s.32

[5]              Hatice Gül YALÇIN, Eleştirel Feminist Film Kuramı Bağlamında Pandemi Dönemi Türk Sineması

Dili,s.33

[6]              Ölçer Özünel, E. (2017), Masal Mekânında Kadın Olmak, Geleneksel Yayıncılık, Ankara, s.25-26

[7]              Jale Özata Dirlikyapan,(2013), Masumiyet Müzesi’nin Sınırları: “Düşüncesiz” Nostalji Ve Masumiyetin  İmkânsızlığı, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar Dergisi Issn: 2148-970x,

Www.Momentdergi. Org, s.78

[8]              Hannah Arend, Çeviri Müge Serin, Sorumluluk ve Yargı,s.30

[9]              Ayşegül Yaraman, İçselleştirilmiş Cinsiyetçilikten Farkındalığa, http://www.aysegulyaraman.com/

makale/yanilsamanin%20neresindeyiz.pdf

[10]            E.Şafak; Siyah Süt, Doğan Kitap,İstanbul,2007,s.158

[11]            Ayşegül Yaraman, İçselleştirilmiş Cinsiyetçilikten Farkındalığa, “Bourdieu,P.(1998) La Domination

Masculine, Seuil, Paris.”

[12]            Ayşegül Yaraman, İçselleştirilmiş Cinsiyetçilikten Farkındalığa, http://www.aysegulyaraman.com/

makale/yanilsamanin%20neresindeyiz.pdf

[13]            Tekışık, H. Hüsnü, (2000), Hayat Bilgisi 1, Ankara, s.16

[14]            Tekışık, H. Hüsnü, (2000),s 38

[15]            Tortop, ramazan- muhterem tortop, (2000), ilköğretim matematik 1, izmir, s. 147

[16]            Esra Gedik, Toplumsal Cinsiyeti Ana Akımlaştırmanın Türkiye’de Kadın Hareketi Üzerindeki Etkisi Ve

Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kavramı, The Academic Elegance,  Issue 4, 209 – 228, 26.12.2015

[17]            ESI(European Stability Initiative), “Sex and Pover in Turkey Feminism Islam and the Maturing of Turkish

Democracy”, Berlin İstanbul, 2 Haziran 2007, http://www.esiweb.org/pdf/esi_document_id_90.pdf

[19]            Ayşegül Yaraman, İçselleştirilmiş Cinsiyetçilikten Farkındalığa, http://www.aysegulyaraman.com/

makale/yanilsamanin%20neresindeyiz.pdf

[20]            Türkiye için AB ilerleme Raporu 2007 (Kadın) http://www.ucansupurge.org/index.php?option=com_

content&task=view&id=4022&Itemid=72

[21]            Sancar Mithat, Ümit Eylem, age.s.5

[22]            Sancar Mithat, Ümit Eylem, age. s16

[23]            Sancar Mithat, Ümit Eylem, age. s16

Şahin hukuk bürosu osmaniye

1998 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra Osmaniye Barosunda stajımı tamamlayarak aynı ilde ofisimi açtım..

Poyraz İşhanı A Blok K:4 No:14 Merkez/ Osmaniye
0(505) 624 96 03