İSTİNAF AŞAMASINDA YENİ VAAKIA VE DELİL GETİRME YASAĞI (Prohibition On Broughting New Cases And Evidence During The Appeal Stage

  • Anasayfa
  • Genel
  • İSTİNAF AŞAMASINDA YENİ VAAKIA VE DELİL GETİRME YASAĞI (Prohibition On Broughting New Cases And Evidence During The Appeal Stage
Şahin hukuk blog

İSTİNAF AŞAMASINDA YENİ VAAKIA VE DELİL GETİRME YASAĞI
(Prohibition On Broughting New Cases And Evidence During The Appeal Stage)

Av.Hüseyin Şahin
Osmaniye Barosu
19/04/2025
ÖZET
Türk hukukunda istinaf kanun yolu, ilk derece mahkemelerince yapılan yargılamanın yerine yeniden yapılan bir yargılama olmayıp bu karar üstüne inşa edilen bir yargılama sürecidir.
İstinaf aşaması ilk derece mahkemesinin kararlarının denetlenmesi amacıyla getirilmiş ve bu doğrultuda yeni vakıa ve delil getirilmesi belirli istisnalar çerçevesinde sınırlandırılmıştır.
Vakıalar bakımından ilk derece mahkemesindeki vakıalar bağlayıcı olarak kabul edilerek yeni vakıaların getirilmesi neredeyse tamamen yasaklanmıştır. Bu manada, teksif ilkesi tarafların bütün iddia ve savunma sebeplerini belli bir usul kesitine kadar mahkemeye sunmalarını öngörmektedir .Teksif ilkesi, dava malzemesinin, belirli bir usul kesitine kadar mahkeme önüne getirilmesini ve öngörülen usul kesitinin tamamlanmasından sonra ileri sürülen ya da getirilen işlemlerin mahkemece dikkate alınmamasını öngören yargılama hukuku ilkesidir. HMK’da ismen zikredilmemiştir. Ancak HMK’nın belirli maddelerinde yansımaları görülmektedir. Dolayısıyla teksif ilkesi gerek Yargıtay tarafından gerekse doktrin tarafından göz önünde bulundurulan bir ilke konumundadır .
Yargılamanın amacını, tarafların ve hâkimin yargılamadaki rollerini ve yargılamanın işleyişini düzenleyen kurallar, felsefesini yargılamaya egemen olan ilkelerden alır . Medeni Usul hukukuna hâkim olan ilkeler, usul hukukunda yıllar boyunca yapılan uygulamalar sonucunda varılan ve yargılamayı temelden etkileyen ilkelerdir . Medeni usul hukukuna egemen olan bu ilkeler yargılamanın başlatılması, dava malzemesinin toplanması, sürecin devamı ve sona erdirilmesi açısından önem arz eder. Yargılama sistemine temel niteliğini veren ilkeler, tasarruf ilkesi, taraflarca getirilme ilkesi ve teksif ilkesi; hâkimle yargılama arasındaki bağlantıyı ifade eden ilkeler, yargılamanın hâkim tarafından yürütülmesi, hâkimin davayı aydınlatma ödevi ve doğrudanlık ve hâkimin delilleri değerlendirmesi; yargılamanın işleyişine ilişkin ilke ise sözlülük ve yazılılık ilkesi; Anayasal dayanağı olan ilkeler ise, usul ekonomisi ilkesi, hukuki dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı ve aleniyet ilkesi olarak sınıflandırılabilir .
Deliller bakımında ise açıkça belirtilen istisnalar kapsamı dikkate alınarak istinaf aşamasında yeni delil ileri sürülmesi mümkün kılınmıştır. İstinaf aşamasının niteliğine göre, çeşitli hukuk sistemlerinde yeni vakıa ve delillerin ileri sürülmesi esnek veya sıkı sınırlamalar çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: İstinaf mahkemeleri, yeni vakıa ve delil getirme, istinaf aşamasında yeni vakıa ve delil getirme yasağı istisnaları, teksif ilkesi,

SUMMARY
In Turkish law, the appeal remedy is not a retrial instead of the trial conducted by the first degree courts, but a trial process built upon this decision.
The appeal phase was introduced for the purpose of reviewing the decisions of the first degree court, and in this context, the introduction of new facts and evidence was limited within the framework of certain exceptions.
In terms of facts, the facts in the first degree court were accepted as binding, and the introduction of new facts was almost completely prohibited. In this sense, the principle of concentration stipulates that the parties submit all their claims and defenses to the court until a certain period of procedure. The principle of concentration is a principle of trial law that stipulates that the case material is brought before the court until a certain period of procedure and that the court does not consider the actions put forward or brought after the completion of the foreseen period of procedure. It is not mentioned by name in the HMK. However, its reflections are seen in certain articles of the HMK. Therefore, the principle of concentration is a principle that is taken into consideration both by the Court of Cassation and by the doctrine.
The rules that regulate the purpose of the trial, the roles of the parties and the judge in the trial, and the functioning of the trial derive their philosophy from the principles that dominate the trial. The principles that dominate the Civil Procedure Law are the principles that have been reached as a result of the practices carried out over the years in the procedural law and fundamentally affect the trial. These principles that dominate the Civil Procedure Law are important in terms of initiating the trial, collecting the case material, continuing and ending the process. The principles that give the basic nature of the trial system are the principle of savings, the principle of being brought by the parties, and the principle of concentration; the principles that express the connection between the judge and the trial are the conduct of the trial by the judge, the duty of the judge to enlighten the case, and directness and the judge’s evaluation of the evidence; the principle regarding the functioning of the trial is the principle of oral and written; and the principles with a constitutional basis can be classified as the principle of procedural economy, the right to be heard, the right to a fair trial, and the principle of publicity. In terms of evidence, it has been made possible to present new evidence at the appeal stage by taking into account the scope of the clearly stated exceptions. Depending on the nature of the appeal stage, the introduction of new facts and evidence is evaluated within flexible or strict limitations in various legal systems.
Keywords: Courts of appeal, introducing new facts and evidence, exceptions to the prohibition of introducing new facts and evidence at the appeal stage, the principle of concentration,

GİRİŞ
Yargılama faaliyetinin amacı, maddi hukuktan kaynaklanan sübjektif hakkın korunması olmakla birlikte maddi gerçeğe ulaşılması ve somut olaya ilişkin adaletin sağlanmasıdır.
Yargılama sırasında maddi veya hukuki hatalar ortaya çıkabilmektedir. Bu maddi veya hukuki hataların düzeltilmesi ve ilk derece mahkemelerinin kararlarının denetlenmesi amacıyla bu mahkeme kararları istinaf kanun yolunda yeniden incelemeye tabi tutulabilmektedir .
İstinaf aşamasında yeni vakıa ve delil ileri sürülmesiyle iddia ve savunmanın dayanakları ve tahkikat aşamasının seyri değişeceğinden hüküm sonucu da bu durumdan etkilenecektir. Bu sebeple teksif ilkesi ile ilişkili olan bir diğer ilke taraflarca getirilme ilkesine dikkate etmek gerekmektedir. Taraflarca getirilme ilkesi, iddia ve savunmanın dayanağını oluşturan maddi vakıalarla, delillerin davanın taraflarınca mahkeme önüne getirilmesini öngören ilkeye denir . Taraflarca getirilme ilkesi, tasarruf ilkesinin tamamlayıcısıdır. Tasarruf ilkesi, davanın açılmasında, devam ettirilmesinde ve sona erdirilmesinde tarafın egemen olduğu ilkedir. Taraflarca getirilme ilkesi tasarruf ilkesinin egemen olduğu davalarda vakıaların taraflarca getirilmesi, delillerin taraflarca gösterilmesi ve ispat faaliyetinin taraflarca gerçekleştirilmesini ifade eder .
Teksif ilkesi, tarafların iddia ve savunmalarını belirli bir usul kesitine kadar getirmelerini gerektirdiğinden taraflarca getirilme ilkesi ile arasında sıkı bir ilişki mevcuttur . Nitekim taraflarca getirilme ilkesinin uygulandığı davalarda hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi ve vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatacak davranışlarda bulunamaz (HMK m.25, I). Ayrıca kanunda belirtilen durumlar dışında hâkim kendiliğinden hiçbir delile müracaat edemez ve delil toplayamaz (HMK m.25, II). Bu kuralın istisnalarını hâkimin bilirkişiye başvurması ve keşif yaptırması oluşturur .
Bu ilke uyarınca taraflar dava malzemesinin mahkemeye getirilmemesinin sorumluluğunu üstlenmişlerdir. Bu bağlamda taraf maddi hukuk bakımından ne kadar haklı olursa olsun talep sonucunu dayandırdığı vakıaları mahkemeye sunmamış ise talebi reddedilir . Bu çerçevede, taraflar çelişkili vakıa ve delillere sahip olsalar bile belirli usul kesitinin sonuna kadar dava malzemesini getirmekle yükümlüdürler .
RESEN ARAŞTIRMA İLKESİ
Resen araştırma ilkesi HMK’da açıkça düzenlenmemiş, HMK’nin 385. maddesinde çekişmesiz yargı işleri bakımından “aksine bir hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesinin” geçerli olacağı ifade edilmiştir. Resen araştırma ilkesi, hükme dayanak yapılacak olan maddi vakıalarla, ispat araçlarının toplanmasında, tarafların ya da talepte bulunanın yanı sıra hâkimin de aktif bir rol üstlenmesini öngören ilkedir . Bu ilkenin temelinde, kamu yararı düşüncesi yatar. Kamu yararının bulunduğu durumlarda hâkim, resen araştırma ilkesi kapsamında dava malzemesini resen araştırabilir. Ayrıca kamu düzeni temeline dayandığı için resen araştırma ilkesinin uygulandığı davalar, tarafların dava konusu üzerinde serbestçe tasarruf edemeyecekleri davalar olduğu için , taraflarca getirilme ilkesinin karşıtını oluşturur.
HMK’nın 385. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca “Çekişmesiz yargı işlerinde aksine bir hüküm bulunmadıkça resen araştırma ilkesi geçerlidir.” Bu bağlamda çekişmesiz yargı işlerinde taraflarca getirilme ilkesi değil, resen araştırma ilkesi uygulanır. Bunun sonucu olarak da çekişmesiz yargıda hâkim, tarafların gösterdiği deliller ve vakıalarla bağlı değildir .
Tarafların aktif olduğu ve dava malzemesini kendilerinin getirecekleri davalar için taraflarca getirilme ilkesi uygulandığından, teksif ilkesi bu ilke ile bağlantılı kabul edilir. Bu bağlamda da doktrinde resen araştırma ilkesinin uygulama alanı bulduğu durumlarda teksif ilkesinin söz konusu olamayacağını savunan görüş mevcuttur . Çünkü bu ilkenin uygulandığı dava ya da işlerde hâkim, taraflarca ileri sürülmemiş maddi vakıaları da kendiliğinden dikkate alabilir; taraflara onları hatırlatacak davranışlarda bulunabilir. Ayrıca hâkim bu davalarda her türlü delile de kendiliğinden müracaat edebilir. Bu davalarda iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ve bu yasağın istisnaları uygulanmaz . Bununla birlikte, belirtelim ki, bunun yanı sıra doktrinde teksif ilkesinin hem taraflar hem de hâkim açısından uygulama alanı bulacağı; bu nedenle de taraflarca getirilme ilkesinin uygulandığı davalarda hem hâkim hem de taraflar açısından; buna karşın resen araştırma ilkesinin uygulandığı davalarda ise, sadece hâkimin usul işlemleri açısından teksif ilkesinin uygulanacağı da ifade edilmektedir .
USUL EKONOMİSİ İLKESİ
Usul ekonomisi ilkesi, en az giderle, makul süre içerisinde, basit usuller kullanılarak yargılamanın sürüncemede bırakılmaması ve gereksiz yere dava açılmasının önüne geçilmesini sağlar. Ayrıca hem hukuk düzeninin korunmasına hem de tarafların dava açmadaki amacına ucuz, basit ve makul olan süre içerisinde ulaşmasını hedefleyen ilke olarak tanımlanabilir .
Anayasanın 36. maddesi ve 141. maddesi usul ekonomisi ilkesinin anayasal dayanaklarını oluşturmaktadır. Nitekim Anayasanın 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” denilmek suretiyle ve Anayasanın 141. maddenin dördüncü fıkrasında ise, “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.” denilerek usul ekonomisi ilkesinin anayasal temeli ifade edilmiştir.
HMK’nın 30. maddesinde de “Hâkim, yargılamanın makul süre içinde ve düzenli bir biçimde yürütülmesini ve gereksiz gider yapılmamasını sağlamakla yükümlüdür.” şeklinde ifade edilmiştir. Buradan hareketle usul ekonomisi ilkesinin üç temel unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki basitliktir. Usul ekonomisinin unsurlarından biri olan basitlik, yargılamanın yürütülürken belirli bir düzeni içerisinde olması, hâkimin veya tarafların kanunlarda öngörülen bu düzeni zorlaştırmaması aksine kolaylaştırması olarak ifade edilebilir . Basitlik unsuru ile yargılamanın düzenli bir şekilde yürütülmesi ile uyuşmazlıkların çözüm süresi kısalır ve en önemlisi mahkemelerin iş yükünün artması engellenmiş olur. İkinci unsuru ise, yargılamanın makul sürede tamamlanmasıdır. Makul sürenin başlama anı, mahkemeye başvuru tarihidir. Bitiş anı ise hükme karşı öngörülmüş olan tüm yolların tükendiği tarihtir . Ancak makul sürenin tam olarak ne olması gerektiği her somut davaya göre değişmektedir. Üçüncü ve son unsur ise, ucuzluktur. Yargılamanın yapılabilecek en az giderle sona erdirilmesidir.
Teksif ilkesi, usul ekonomisi ile yakından ilgilidir. Zira davaların gereksiz yere ve kötü niyetle uzatılmasını önlemek hem teksif ilkesinin hem de usul ekonomisi ilkesinin amacıdır. Ayrıca teksif ilkesi ile taraflar belirli bir usul kesitine kadar iddia ve savunmalarını ileri süreceğinden yargılamanın sürüncemede kalması da önlenir . Nitekim usul ekonomisi ilkesi de, yargılamanın basit, ucuz ve makul sürede tamamlanmasına olanak sağlayan bir ilkedir. Bu belirtilen unsurları itibariyle usul ekonomisi ilkesi; yargılamanın düzenine, tarafların yargılamadaki rollerine yargılamanın sürüncemede bırakılmamasında ve bunlardan kaynaklanan sorunların çözümünde rol oynar. Bu kapsamda teksif ilkesi, adil yargılanma hakkının ve usul ekonomisi ilkesinin bir unsuru olan makul sürede yargılanma hakkının gerçekleşmesine hizmet eder . Nitekim bu durum AİHS’in 6. maddesine göre, herkesin, davasını makul bir süre içerisinde yapılmasını isteme hakkına sahip olduğu şeklinde ifade edilmiştir.
Yargılamanın makul sürede tamamlanması, yargılama sürecinin birkaç ayda tamamlanacağı anlamına gelmez. HMK’da düzenlenen kurallara uyularak bir yargılama yapılması gerekmektedir. Bu anlamda dilekçeler teatisi, ön inceleme, tahkikat, sözlü yargılama ve hüküm aşamalarının belirli süreler içerinde yapılması gerektiği düzenlenmiştir. Örneğin delillerin gösterilmesinin belirli bir usul kesitine kadar yapılması gerekmektedir . Böyle bir sınırlandırılma yapılması davanın uzamasını önler, bir anlamda da yargılamanın makul sürede tamamlanmasına hizmet eder.
Usul işlemi için kanunda bir süre öngörülmüş ve bu süre aşılmışsa usul ekonomisi ilkesinin bir unsuru olan makul sürede yargılanma ilkesi ihlal edilmiş olur . Böyle bir sonuç teksif ilkesinin amacını gerçekleştirmesini engeller.
HUKUKİ DİNLENİLME HAKKI
Hukuki dinlenilme hakkı da Anayasal dayanağı olan ilkelerden biridir. Buna göre Anayasa’nın 36. maddesinde, “Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” şeklinde ifade edilmiştir.
Hukuki dinlenilme hakkına, “anlatma hakkı” veya “iddia ve savunma hakkı” da denilmektedir . Taraflar, bu hakkın bir yansıması olarak yargılama sırasında dilekçe vermek, iddiada bulunmak, bu iddialarını ispata yarayan deliller sunma hakkına sahiptir . Hukuki dinlenilme hakkı, üç unsurdan oluşmaktadır. Bu unsurlar, yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olma, açıklama ve ispat hakkı ve mahkemenin yapılmış olan açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesi ve kararını somut ve açık olarak gerekçelendirmesidir .
Teksif ilkesi ile de taraflara belirli bir usul kesitine kadar usul işlemlerini ileri sürebilme imkânı tanır. Bu açıdan hukuki dinlenilme hakkının bir unsuru olan açıklama ve ispat hakkının belirli bir usul kesitiyle sınırlandırılıp sınırlandırılamayacağı veya sınırlandırılması halinde bir ihlalinin gündeme gelip gelmeyeceği tartışılmıştır . Doktrinde yer alan bir görüşe göre, yargılamanın amacı uyuşmazlığı sürdürmek değil, sona erdirmek, hukuki ve sosyal barışı sağlamaktır. Bir yargılamanın sonsuza kadar sürmesi düşünülemez. Hukuki dinlenilme hakkı da sınırsız bir sürede kullanılacak bir hak değildir. Bir başka ifadeyle, bu hakkın kullanımı sınırlanabilir . Ayrıca aynı doğrultuda doktrinde yer alan bir başka görüş ise açıklama hakkına sınır tanınmadığı durumda yargılamanın sürüncemede bırakılmasına neden olacağını ve bu durumda karşı tarafın hakkının korunmasının zedeleneceğini ileri sürmüştür . Dolayısıyla hukuki dinlenilme hakkı sınırlandırılabilir. Bu çerçevede teksif ilkesinin hukuki dinlenilme hakkına aykırı olmadığı, bu hakkı ihlal etmediği söylenebilir. Nitekim teksif ilkesi belirli istisnaların varlığı ile katı bir biçimde uygulanmaması hukuki dinlenilme hakkı ile arasındaki bağlantıyı daha uygun hale getirmiştir .
HÂKİMİN DAVAYI AYDINLATMA ÖDEVİ
Hâkim, davayı aydınlatma ödevi kapsamında, uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu olduğu durumlarda, maddi ve hukuki açıdan belirsiz yahut çelişkili gördüğü hususlar hakkında taraflara açıklama yaptırabilir, soru sorabilir, delil gösterilmesini isteyebilir (HMK m.31) .
Hâkimin davayı aydınlatma ödevi iki şekilde gerçekleşir. Bunlardan ilki, vakıalar bakımından yeterli açıklık bulunmadığı durumda, hâkimin tarafları dinleyip soru sorması durumudur . Hâkim, tarafların teksif ilkesi gereğince vakıaları belirli bir usul kesitine kadar ileri sürdükleri vakıalar ile sınırlı soru sorma ödevini yerine getirir. Zira taraflarca getirilme ilkesinin egemen olduğu davalarda, hâkim, tarafların dilekçelerinde belirttikleri vakıalar ile bağlıdır . Hâkimin davayı aydınlatma ödevi kapsamında soru sorması, davaya yeni vakıa getirme anlamını taşımaz, ileri sürülen vakıaların ispata yetecek şekilde somutlaştırılmamış olması halinde bunların açıklattırılması amacı taşır .
Hâkimin davayı aydınlatma ödevini gerçekleştireceği ikinci şekil ise, delillerin gösterilmesidir. Taraflar kural olarak delillerini dilekçeler teatisi aşamasında sunmalıdırlar. Ancak dilekçeler aşamasında ileri sürülmeyen deliller, en geç ön inceleme duruşmasında; davetiyenin tebliğinden itibaren iki haftalık kesin süre içinde tarafların dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesine yahut HMK’nın 145. maddesi gereğince tahkikat aşamasında yargılamayı geciktirme amacı taşımaması ve ileri sürülmemesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa mahkeme o delilin gösterilmesine izin verebilir. Ancak HMK’nın 31. maddesi uyarınca, hâkim belirsiz veya çelişkili gördüğü hususlarda taraflardan delil gösterilmesini isteyebilir . Ancak hâkime verilen bu ödevin belirli sınırları mevcuttur. Hâkim, dava dosyasında belirtilen ve üçüncü kişilerin elinde mevcut olan belgelerle sınırlı olarak tarafların ileri sürmediği veya dayanmadığı belgeleri davaya getirebilir . Böyle bir durumda kanaatimizce teksif ilkesinin istisnası gündeme gelir. Zira tarafların belirli bir usul kesitine kadar delilleri ibrazı gerekir. Tarafın, belirli usul kesitine kadar delil sunmadığı durumda delil ileri süremez. Ancak hâkime, ibraz edilmemiş bir delilin davayı aydınlatma ödevi kapsamında ileri sürülmesi imkânı verilmiştir.
TEKSİF İLKESİNİN UYGULANMA ALANI
Teksif ilkesinin, belirli usul işlemlerinin, belirtilen usul kesitine kadar yapılması anlamına geldiği yukarıda ifade edilmişti. Burada ayrıntılı olarak açıklanacak olan bir anlamda teksif ilkesinin uygulanma alanlarıdır. Öncelikle iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı üzerinde durulmuş daha sonra da delillerin gösterilmesi ve teksif ilkesinin en katı şekilde uygulandığı ilk itirazlar açıklanmıştır.
A. İddianın ve Savunmanın Değiştirilmesi ve Genişletilmesi Yasağı
İddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı en geniş hali “tarafların iddia ve savunmalarını hâkim önüne getirecekleri zamandan sonra işlemeye başlayan ve tarafların artık yapmış oldukları iddia ve savunmaları ile bağlı oldukları usulî kurum” olarak tanımlanabilir . Davacı bakımından “iddianın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı”; davalı bakımından da “savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı” işlerlik kazanır. Bu iki yasak, birbirinin karşıtını oluşturur . Bu bağlamda yasağın sadece taraflardan birine tanınmamış olması, hak arama özgürlüğünün, hukuki dinlenilme hakkının ve özellikle tarafların eşitliği (silahların eşitliği) ile hukuki dinlenilme hakkının korunmasını sağlar .
İddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının başlangıç anı HMK’nın 141. maddesinin birinci fıkrasında ve HMK’nın 319. maddesinde ifade edilmiştir. Yasağın başlaması dilekçeler teatisi aşamasından hareketle yazılı yargılama usulü ve basit yargılama usulü açısından farklılık göstermektedir. Buna göre, yazılı yargılama usulünde, iddianın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı cevaba cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle; savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ise ikinci cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (HMK m.141, I). Basit yargılama usulünde ise, iddianın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ile savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı ise cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (HMK m.319).
Teksif ilkesinin bir uzantısı, iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağıdır . Buna göre davacının dava dilekçesi ve cevaba cevap dilekçesiyle ileri sürdüğü iddialar ve davalının da cevap dilekçesi ve ikinci cevap dilekçesiyle ileri sürdüğü savunmalar, teksif ilkesi kapsamında değerlendirilir. Bu durumda teksif ilkesinin ihlalini gündeme getirecek olan vakıaların değiştirilmesi ve genişletilmesidir. Doktrinde vakıa, geçmişte olan ve halen mevcut bulunan algılanabilir dış dünyaya yahut insanın iç alemine ilişkin durumlar ve süreçler olarak tanımlanmaktadır . Burada ifade edilen vakıa, hukuken sonuç taşıyan ve hükme etkisi olacak vakıalardır. Zira taraflar arasında birden fazla vakıa meydana gelmiş olabilir . Ancak dikkate alınacak vakıalar, hâkimin dikkate almadan aynı kararı vermesine imkân vermeyen vakıalardır .
Tarafların vakıaları, dava sebebini oluşturur. Dolayısıyla davacı, HMK’nın 119. maddesi birinci fıkrasının (e) bendine göre iddiasının dayanağı olan bütün vakıaları sıra numarası altında açık özetleri ile yazmak ve bunları ispatlamak; davalı ise, HMK’nın 129. maddesi birinci fıkrasının (e) bendine göre savunmasının dayanağı olan bütün vakıaları ileri sürmek ve bunları ispatlamak durumundadır .
İşaret edilen yasağa rağmen iddia ve/veya savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi, teksif ilkesinin ihlali sonucunu doğurur. Teksif ilkesi gereğince iddianın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının ihlali, dava sebebinin değiştirilmesi ve genişletilmesi ile ortaya çıkar . Bir başka ifadeyle dava sebebinin değiştirilmesi ve genişletilmesi hem yasağın hem de teksif ilkesinin ihlali anlamına gelir. Savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağına giren haller ise, defilerin ve vakıaların genişletilmesi ve değiştirilmesidir .
Bazı hallerde davacı ve davalı iddianın ve savunmanın değiştirilmesi yasağıyla karşılaşmadan iddialarını ve savunmalarını değiştirip, genişletebilirler. Buna göre vakıaların değiştirilmesi ve genişletilmesi yasak kapsamında değerlendirilmediği durumlarda teksif ilkesinin uygulanması da gündeme gelmez. Bir başka ifadeyle iddianın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı uygulanmayacağı; talep edilenden başka bir şeye hüküm verilen haller, resen araştırma ilkesinin uygulandığı davalar, dava açılmasından sonra doğan olaylar ve tarafta iradi değişiklik, teksif ilkesi kapsamında değerlendirilemeyecek hallerdir.
Savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi açısından da mahkemenin resen incelemesi gereken durumlar ve sonradan doğan savunma sebeplerinin ileri sürülmesi yasak kapsamında değerlendirilmez .Zira bu durumlarda vakıaların genişletilip değiştirilmesi söz konusu olabilir. Örneğin, bir alacak davasında davalı, alacağını dava sırasında ödemişse bunu davacının rızasını aramaksızın ileri sürebilir.
Teksif ilkesinin uygulanmayacağı başka durumlar söz konusu olabilir. Buna göre iddialar açısından, hukuki sebeplerin genişletilmesi ve değiştirilmesi, talep sonucunun daraltılması, herkesçe bilinen vakıaların öne sürülmesi, asıl vakıalara zımnen dâhil olan ve bunların delil niteliğindeki vakıaların ileri sürülmesi iddianın genişletilmesi ve değiştirilmesi sayılmazken ; savunmalar açısından da hukuki sebepler, savunmaya zımnen dâhil olan vakıalar ve cevap ve ikinci cevap dilekçesindeki vakıaların delil niteliğindeki vakıaların ileri sürülmesi de savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi anlamına gelmez . Davacı veya davalı bu durumların varlığı halinde iddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağına tâbi olmaz. Dolayısıyla da bu hallerin varlığı halinde teksif ilkesine tâbi olmadan iddia ve savunma değiştirilip genişletilebilir.
Dilekçeler teatisi aşamasında teksif ilkesi işlerlik kazanmazken; dilekçeler teatisinden sonraki ön inceleme aşamasında iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı işlerlik kazanır. “Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ” ile ön inceleme duruşmasına gelmeyen tarafın yokluğunda onun muvafakati olmadan iddia ve savunmanın genişletebilmesine ve değiştirilmesine imkân veren düzenleme kaldırılmıştır. Bir başka ifadeyle ön inceleme duruşmasına gelemeyen taraf için uygulanan müeyyide HMK’nın 141. maddesinin birinci fıkrasından çıkarılmıştır.
Ön inceleme aşamasından sonra gerçekleşen tahkikat aşamasında ise, iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı gereği taraflar, iddia ve savunmada bulunamazlar. Ancak bu aşamada ıslah ve karşı tarafın açık rızası (HMK m.141, II) ile iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yoluna gidilebilir. Bir başka ifadeyle ıslah ve karşı tarafın açık rızası, iddianın ve savunmanın değiştirilmesi yasağının aşılması araçları olup teksif ilkesinin uygulanmasını engeller . Karşı tarafın açık muvafakati ve ıslahın varlığı hukukumuzda teksif ilkesinin katı bir şekilde uygulanmadığının göstergesidir. Dolayısıyla yumuşatılmış yahut modern olarak nitelendirilebilecek olan teksif ilkesi iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı bağlamında uygulama alanı bulmaktadır.
Belirtilen araçların ilki karşı tarafın açık rızasıdır. Karşı tarafın zımni muvafakati bu bağlamda yeterli olmaz. İddianın ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesinin varlığı halinde hâkim duruma göre davacıya veya davalıya buna muvafakati olup olmadığını açıkça sorar ve beyanını tutanağa geçirir. Karşı tarafın açıkça muvafakatinin varlığı halinde de hâkim iddianın ve savunmanın değiştirilmiş ve genişletilmiş şekliyle davayı karara bağlar .
Yasağı aşan araçların ikincisi ise ıslahtır. Davacı veya davalı, iddianın ve savunmanın genişletilmesine veya değiştirilmesine açıkça muvafakat etmezse, taraflardan biri ıslah yoluna başvurabilir . Islah da belirli bir usul kesiti içerisinde yapılır. Nitekim iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının başladığı an ile tahkikatın sona ermesine kadar ıslah yapılabilir. Çünkü bundan önceki aşamada taraflar iddiaları ve savunmalarını serbestçe değiştirip genişletebilirler . Islah ile tarafların yaptıkları usul işlemlerinde yapmış oldukları yanlışlıkları düzeltebilecekleri, eksiklikleri tamamlayabilecekleri ve bunun sonucunda adaletli karar verilebilmesini sağlamaya yönelik bir yoldur . Ancak teksif ilkesinin katı bir şekilde uygulanmasını engelleyen ıslaha sürekli başvurulması yargılamanın uzamasına sebep olacağından sadece bir kez kullanılabileceği kabul edilmiştir (HMK m.176, II).
Teksif ilkesi bağlamında vakıaların ileri sürülmesi açısından önemli başka bir durum ise davalının cevap dilekçesi vermemesidir . Zira böyle bir durumun davalı açısından belirli birtakım sonuçları vardır. Öncelikle cevap dilekçesi verilmediğinde teksif ilkesinin katı bir biçimde uygulandığı ilk itirazlar ileri sürülemez . Bunun yanı sıra cevap süresi içerisinde cevap dilekçesi vermemiş olan davalı, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların tamamını inkâr etmiş sayılır (HMK m.128). Davalı artık inkârla sınırlı bir savunma yapar. Bu durumda davalının ispat faaliyetinde bulunarak delil gösterip göstermeyeceği hakkında gerek doktrinde gerekse de Yargıtay’da farklı görüşler mevcuttur . Cevap dilekçesinin verilmemesi halinde davacı cevaba cevap dilekçesi, davalı ise ikinci cevap dilekçesi veremez. Bu da teksif ilkesinin uygulandığı savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı bakımından önem taşır. Zira iddianın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı dava dilekçenin verilmesi ile başlar . Bu durumda teksif ilkesi gereğince belirtilen usul kesiti davacı açısından sadece dava dilekçesi aşaması ile kısıtlamış olur. Buna karşın davalı açısından savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağına ilişkin süre, cevap süresinin bitmesiyle başlar . Bu bağlamda cevap dilekçesi verilmemesi halinde savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı olan ıslahın uygulanması gerektiği doktrinde ifade edilmektedir .
İddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi bağlamında teksif ilkesinin ihlalinin sonuçlarına değinmek gerekirse; öncelikle iddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesinin varlığı halinde hâkim, karşı tarafa açıkça muvafakati olup olmadığını sorar. Açık muvafakat yoksa veya ıslah yoluna başvurulmamışsa, mahkeme belirli olan usul kesitinden sonra verilen değiştirilmiş veya genişletilmiş iddiayı ve savunmayı dikkate almaz. Bir başka ifadeyle değiştirilmiş ve genişletilmiş olan iddia ve savunma yok sayılır . Her iki davanın taraflarının, dava sebebinin ve dava konusunun aynı olması maddi anlamda kesin hüküm teşkil eder. Dava sebebinden anlaşılan davanın dayanağı olan vakıalardır. Bu bakımdan ilk davada ileri sürülen vakıalar hakkında ikinci bir dava açılması durumunda ikinci dava kesin hüküm nedenine dayanarak reddedilir . Bunun yanı sıra dava sonrasında doğan vakıalar hakkında davacı iddiası için yeni bir dava açmak durumunda kalabilir . Örneğin elinde kira sözleşmesi olan davacı iddiasını ileri sürerken kira sözleşmesini belirtmediğinde iddia ve savunma yasağının başladığı süreden sonra bir başka ifadeyle cevaba cevap dilekçesini verdikten sonra kira sözleşmesinin de olduğunu ileri süremez. Zira teksif ilkesi gereğince belirli olan usul kesitine kadar iddiaların toplanması gerekir.
Son olarak da eski hale getirme kurumuna değinmek gerekir. Zira, eski hale getirme, ilgilinin kesin süre içerisinde yapması gereken bir işlemi elinde olmayan sebeplerin varlığı dolayısıyla yapamadığı durumda son çare olarak başvuracağı bir hukuki çaredir (HMK m.95). Bu bağlamda, taraf engelin ortadan kalkmasından itibaren iki hafta içinde, en geç nihai karar verilinceye kadar eski hale getirme talebinde bulunabilir . Örneğin, süresinde cevap dilekçesi veremeyen davalı eski hale getirme yoluna ilişkin şartları taşıdığı varsayıldığı durumda ve mahkemenin eski hale getirme talebini kabul etmesi halinde, dilekçeler teatisi aşaması geçmiş olsa dâhi cevap dilekçesi verebilecektir. Nitekim böyle bir durum teksif ilkesinin aşılması bir anlamda da istisnasını gündeme getirir.
B. Delillerin Gösterilmesi
Teksif ilkesi iddia ve savunmaların belirli bir usul kesitine kadar ileri sürülmesi olarak ifade edilir. Bu tanımdan yola çıkıldığında delillerin gösterilmesinin teksif ilkesi kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorunu gündeme gelmektedir. Doktrinde teksif ilkesi açıklanırken çoğunlukla iddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı ile ilişkilendirilerek açıklanmaktır. Ancak, teksif ilkesi yargılama düzenine ilişkin bir ilkedir. Teksif ilkesiyle gerek iddianın ve savunmanın belirli usul kesitine kadar ileri sürülmesi gerekse de delillerin gösterilmesinin belirli bir usul kesitine kadar ileri sürülmesi amaçlanmaktadır . Çünkü teksif ilkesi ile istenilen hâkimin elinde gerekli tüm iddia ve savunmalar ve delillerin bulunması ve hâkimin bunları tümden görebilmesidir. Bir başka ifadeyle, hâkimin dava sürecinde sonradan bilgi sahibi olmasının önüne geçmektir. Aksi durum yargılamanın uzamasına sebebiyet verir. Bu da adil yargılanma hakkının bir unsuru olan makul sürede yargılanma hakkının zedelenmesi anlamına gelir.
Taraflarca getirilme ilkesinin varlığı halinde hâkim istisnalar dışında resen bir delile başvurmaz . Bu bağlamda da tarafların davanın başında sahip oldukları bütün delilleri göstermeleri, sahip oldukları hali hazırdaki delilleri tevdi etmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaları, delillerin gösterilme faaliyetinin belirli bir usul kesiti ile sınırlandırılmış olması ve yargılamanın sonraki aşamalarında yeni delil gösterilmesi imkânının kanun aradığı belirli şartlara bağlı olması , delilerin gösterilmesinin teksif ilkesi bakımından uygulanmasının bir göstergesidir . HMK’nın 139. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde de “Davetiyenin tebliğinden itibaren iki haftalık kesin süre içinde tarafların dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları, bu hususların verilen süre içinde yerine getirilmemesi hâlinde o delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacaklarına karar verileceği” belirtilerek tarafların dilekçeler teatisi aşamasında gösterdikleri delillerin ön inceleme aşamasında sunulması için düzenleme yapılmıştır . Kural olarak taraflar bu süre ile bağlıdır. Bu süreden sonra delil gösteremezler (HMK m.145). Bu bağlamda da delillerin gösterilmesi teksif ilkesi bağlamında inceleme konusu yapılabilir.
Delil, talep sonucunun dayandırıldığı taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan çekişmeli vakıanın ispatı için başvurulan araçlara denir (HMK m.187, I) . Delilerin toplanması; delillerin gösterilmesi ve delillerin ibraz edilmesi şeklinde iki aşamadan oluşmaktadır . Delillerin gösterilmesi faaliyeti, ispat faaliyeti sırasında tarafların delil ikame ederek ileri sürdükleri iddiaların gerçek olduğu hususunda hâkimi inandırma çabasıdır (HMK m.119, I, f; HMK m.129, I, e; HMK m.194, II). Delillerin ibrazı ise, uyuşmazlık konusu vakıaları ispata yarayacak tüm yazılı belgelerin yargılama sırasında sunulması olarak tanımlanmaktadır (HMK m.139, I, ç). Bu bağlamda taraflar ellerindeki delilleri dilekçeye ekleyerek mahkemeye vermelidirler. Başka yerden getirilecek belgelerin ve dosyaların ise mahkemeye getirilmesi için gerekli posta giderini pul olarak vermek zorundadırlar .
Davacı, dilekçeler teatisi evresinde “İddia ettiği her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceğini” yer aldığı HMK’nın 119. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendini temel alarak elindeki belgeleri dava dilekçesi ile göstermelidir. Davalı ise, cevap dilekçesinde savunmasının dayanağı olan her bir vakıanın hangi delillerle ispat edeceğini göstermelidir (HMK m.129, I, e). Ayrıca davacı, cevaba cevap ve davalı ise, ikinci cevap dilekçesiyle delillerini herhangi bir sınırlamaya tabi olmadan gösterebilirler (HMK m.136). Bu düzenlemeler delillerin gösterilmesinin belirli bir usul kesiti ile sınırlandırıldığını göstermektedir. Bununla birlikte, belirli usul kesiti ile sınırlanan delillerin getirilmesi, bir başka ifadeyle deliller bağlamında teksif ilkesi, katı bir biçimde uygulanmamaktadır. Delillerin gösterilmesi, vakıalar bakımından söz konusu olduğu gibi, yine dilekçeler teatisi aşaması ile (HMK m.119, I, f ve HMK m.129, I, e) sınırlandırılmıştır. Ancak tahkikat aşamasında tarafların belirli şartların varlığı halinde delil gösterebilmelerine imkân tanınmıştır. Bu bağlamda delillerin gösterilmesi açısından teksif ilkesinin yumuşatıldığından söz edilebilir. Zira dilekçeler teatisinde belirtilecek olan deliller ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa ve süresinde ileri sürülmemesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa mahkemenin izniyle tahkikat aşamasında ileri sürülebilecektir (HMK m.145).
Somutlaştırma yükünün bir gereği olarak taraflar gösterdikleri delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmelidir (HMK m.194, II). Zira somutlaştırma yükü, iddia edilmiş bir vakıa hakkında yeterli düzeyde bilgi verilmesi gerekliliğidir . Somutlaştırma yükü ile amaçlanan, tarafların dayanağı olmayan, gerçek dışı ve varsayıma dayalı olan iddialarda bulunmamasının önlenmesidir . Bu şekilde yargılamanın hızlandırılması sağlanmış olmaktadır. Bu durumda bir anlamda teksif ilkesine hizmet eder. Mahkemenin, dayanılan delillerin ayrıntılarına girerek onları incelemesi davanın uzamasına sebep olur. Somutlaştırma yükünün varlığı ile mahkemenin delillerle ilgili ayrıca bir araştırma yapmasına gerek olmayacaktır. Ayrıca delillerin toplanması bakımından da ve hatta hâkimin delilleri değerlendirmesi bakımında zaman kaybı önlenmiş olacaktır . Somutlaştırma yükü ile belirli usul kesitinde ileri sürülen iddianın ve savunmanın yeterli ölçüde somutlaştırılması sağlanır .
Basit yargılama usulünde ise HMK’nın 318. maddesine göre taraflar dilekçeleri ile birlikte tüm delillerini ve hangi vakıanın delili olduğunu da bildirerek sahip oldukları delilleri dilekçelerine ekleyerek ve başka yerden getirilecek olan belgeleri dilekçesinde bildirmek durumundadır. Bu bağlamda dava dilekçesi ve cevap dilekçesinde taraflar dayanacakları delilleri göstermeleri gerekir.
Delillerin gösterilmesi dilekçeler teatisi evresinde serbestçe gerçekleştirilmesine rağmen, ön inceleme duruşmasında tarafların dilekçelerinde gösterdikleri belgeleri sunamayan veya belgelerin getirilmesi için gerekli açıklamayı yapamayan tarafın bu delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılmasına karar verilir (HMK m.140, V). Doktrinde teksif ilkesi çerçevesinde nitelendirilen vakıaların sonradan değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı, deliller açısından geçerli olmadığı savunulmaktadır. Bir başka ifadeyle tarafların dilekçelerinde gösterdikleri vakıaların ispatı için yasak kapsamında olmadan delil gösterilebileceği ifade edilmiştir .
HMK’nın 140. maddesinin beşinci fıkrası gereğince gösterilecek olan delil, dilekçeler teatisinde belirtilen delillerdir. Umar’a göre, dava dilekçesinde veya cevap dilekçesinde yahut cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesinde belirtilmiş olsun ya da olmasın bütün delilleri bildirmeleri hatta mümkün olanların da mahkemeye sunulması gerekmektedir .
Tahkikat aşamasında ise kural olarak delil gösterilmez. Ancak HMK’nın 145. maddesi ile teksif ilkesi belirli düzenlemelerle yumuşatılmıştır. Buna göre delilin ileri sürülmesi yargılamayı geciktirme amacı taşımıyorsa veya delilin süresinde ileri sürülmemesi ilgili tarafın kusurundan kaynaklanmıyorsa mahkeme o delilin sonradan gösterilmesine karar verebilir (HMK m.145). Bu maddeye göre iki durumdan birinin varlığı halinde tahkikat aşamasında delil gösterilebilir. Bir başka ifadeyle tahkikat aşamasında yeni delil getirilmesi için tarafın o delile önceden ulaşamaması yahut delille ilgili kusuru olmaksızın ileri sürememesi gerekmektedir. Yani tarafların, ihmalkârlığı, kötüniyetli olması, yeterince araştırmaması, önemsememesi gibi durumların varlığı halinde sonradan yeni delil ileri sürmesi durumunda, o delil kabul edilmez .
Doktrinde tahkikat aşamasında HMK’nın 145. maddesine dayanılarak yeni delil getirilip getirilmeyeceği tartışmalıdır. Buna göre doktrinde yer alan bir görüş, hâkimin davayı aydınlatma ödevinden hareketle HMK m.145’e dayanılarak yeni delil getirilebileceğini savunur . Diğer bir görüş ise, teksif ilkesinin varlığından hareketle HMK’nın 145. maddesine dayanılarak tahkikat aşamasına getirecek olan delillerin yeni delil olarak nitelendirilmemesi gerektiği yönündedir . Ancak tahkikat aşamasında ıslah veya karşı tarafın açık rızası ile yeni vakıa getirmeleri veya ileri sürdükleri vakıanın yenisi ile değiştirmeleri durumunda bu vakıaların ispatı için yargılamaya yeni delil getirilmesi mümkün olduğu ifade edilmektedir .
Delillerin belirtilen süreler dışında gösterilmesinin usul kesitlerine göre farklı sonuçları vardır. Buna göre kural delillerin dilekçeler teatisi evresinde gösterilmesi olmakla birlikte gösterilmediği durumda ne olacağına ilişkin açıkça bir düzenleme bulunmamaktadır. Doktrinde bu durumda taraflara süre verilmesi gerektiği, tarafların bu sürede de delillerini sunmadıkları durumda da aleyhlerine hüküm verilme riski ile karşı karşıya kalacakları ifade edilmektedir . HMK’nın 140. maddesinin beşinci fıkrasında ön inceleme aşamasında dilekçelerinde gösterdikleri delilleri getirmemeleri durumunda o delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacağı düzenlenmektedir. Tahkikat aşamasında ise delillerini göstermesi için iki unsurdan birinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bir başka ifadeyle delilin ileri sürülmesi yargılamayı uzatma amacı taşıyor olması yahut delili göstermemesi kendi kusurundan kaynaklanması durumunda gösterdiği delil kabul edilmez. O delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılır . Bir bakıma burada ifade edilen belirtilen süreler dışında delilerin gösterilmesi teksif ilkesinin ihlali anlamına gelebilir. Çünkü bu durumda teksif ilkesi gereğince belirtilen usul kesitine uyulmamış olunmaktadır.
C. İlk İtirazlar
İlk itirazlar, bir davanın esasına girilmesini engelleyen ve davanın hemen başında ileri sürülmesi gereken usule ilişkin itirazlardır . İlk itirazlar HMK’da sınırlı sayıda sayılmıştır. Bunlar; kesin yetki kuralının bulunmadığı hallerde yetki ve uyuşmazlığın tahkim yoluyla çözümlenmesi gerektiği itirazıdır (HMK m.116).
İlk itirazlar usule ilişkin savunma sebepleridir . Usule ilişkin savunmalar iki tanedir. Dava şartları ve ilk itirazlar. Dava şartları, davanın her aşamasında mahkeme tarafından resen gözetilmesi gereken usule ilişkin savunma sebepleridir (HMK m.115). Bir başka ifadeyle dava şartlarının eksikliği taraflarca da ileri sürülebilir. Ancak hâkim bunları resen dikkate almalıdır. Dava şartları yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir. Bu bağlamda dava şartları bakımından özelliği gereği teksif ilkesi uygulanmaz. Çünkü dava şartları belirli bir usul kesiti ile sınırlandırılmamış usule ilişkin savunma sebepleridir. Buna karşılık ilk itirazlar, davalı bakımından ileri sürülmedikçe dikkate alınmaz . Hatta ilk itirazların dosyadan anlaşılması halinde dahi hâkim resen karar veremez. Davalının bunu ileri sürmesi gerekir .
Doktrinde ilk itirazların teksif ilkesinin bir uzantısı olarak katı bir biçimde uygulama alanı bulduğu ifade edilmiştir . Zira ilk itirazlar usule ilişkin savunma sebepleridir ve belirli bir usul kesiti ile sınırlandırılmıştır. Bunların belirtilen usul kesitine kadar getirilmesi zorunludur. Belirtilen usul kesitinden kasıt ilk itirazlar açısından cevap dilekçesinin verilmesidir. İlk itirazların teksif ilkesi bağlamında katı bir biçimde uygulandığı durum ise, cevap süresi verilmiş, ilk itirazlar bildirilmemiş ve iki haftalık süre dolmamış olması durumunda bile ek dilekçe verilmek suretiyle ilk itirazlar ileri sürülmesinin mümkün olmayacağıdır . Buna göre davalı ister yazılı yargılama usulünde isterse de basit yargılama usulünde ilk itirazlarını dava dilekçesinin kendisine tebliğinden itibaren işleyen iki haftalık süre içerisinde vereceği cevap dilekçesi ile bildirmek zorundadır . Davacı da karşı davaya cevap veriyorsa cevap dilekçesinde ilk itirazlarını ileri sürmesi gerekir. İlk itirazların belirtilen süreden sonra ileri sürülmesinin olanağı yoktur.
İlk itirazların dilekçeler teatisi evresinde iki haftalık süre içerisinde ileri sürülmesi gerekmektedir. Bu süre içerisinde ileri sürülmediği durumda karşı tarafın açık rızası veya ıslah ile dahi ileri sürülemez. Çünkü ilk itirazlar usule ilişkin savunma vasıtalarıdır, esasa ilişkin savunma vasıtası değildir. Bu nedenle de esasa ilişkin savunma vasıtası olan savunmayı genişletme ve değiştirme yasağının istisnaları ilk itirazlar açısından uygulama alanı bulmaz .
Ön inceleme aşamasında öncelikle dava şartları sonra cevap dilekçesinde ileri sürülen ilk itirazlar incelenir. Nitekim ilk itirazlar ön sorunlar gibi incelenip karara bağlanır (HMK m.117, III). Çünkü ilk itirazlar bir sonraki aşamaya geçilebilmesi için çözülmesi gereken sorundur. Hâkim ilk itirazlar hakkındaki kararını derhal verir ve bu kararı taraflara tefhim veya tebliğ eder .
İlk itirazların ileri sürülmesi için verilen süre, hak düşürücü süredir. Bu bağlamda süre geçtikten sonra davacı davalının ileri sürdüğü ilk itirazlara muvafakat etse dahi ilk itirazlar, mahkeme tarafından incelenemez . Bu husus HMK’nın 117. maddesinin birinci fıkrasında da ifade edilmiştir. Buna göre, ilk itirazlar cevap dilekçesinde ileri sürülmelidir. Aksi halde hâkim tarafından dinlenmez ve cevap dilekçesi için verilen süre geçtikten sonra yahut cevap dilekçesi verildikten sonra ilk itirazları ileri sürmesi de teksif ilkesinin ihlali sonucunu doğurur. Böyle bir durumda da hâkim, ileri sürülen ilk itirazları dikkate alınmaz. Bir başka ifadeyle taraflar hiç itiraz etmemiş gibi yargılamaya devam olunur. Kanaatimizce burada teksif ilkesinin bir istisnasını oluşturan eski hale getirme kurumunun şartlarını sağlaması halinde uygulanması gerekir. Nitekim eski hale getirme kurumunun uygulanması ile teksif ilkesinin yaratabileceği sakıncaları giderebilir . Elde olmayan sebeplerle kanunda belirtilen ve hâkimin kesin olarak belirlediği süre içinde bir işlemi yapamayan kimse eski hale getirme talebinde bulunabilir (HMK m.95, I) . Bu bağlamda cevap dilekçesi verememiş olan kişi eski hale getirme yoluna başvurabilmek için gerekli olan şartları da sağladığı durumda cevap dilekçesi verebilir ve kanaatimizce de bu dilekçe ile ilk itirazları ileri sürebilir. Dolaysıyla da teksif ilkesinin aşılması şeklinde bir durum gündeme gelebilir.
TEKSİF İLKESİNİN KANUN YOLLARI BAKIMINDAN UYGULANMASI
Teksif ilkesi yargılamaya egemen olan ilkelerden biridir. Bu ilkenin uygulanması sadece ilk derece yargılamasında değil; kanun yolları açısından da geçerlilik arz eder. Zira yargılama bir bütündür ve yargılamaya egemen olan ilkeler kanun yollarında da geçerliliğini korurlar. Bu bağlamda nihai karaların kesinleşmesine engel olan kanun yollarına olağan kanun yolları denir . Olağan kanun yoluna başvurulması halinde, başvurulan nihai karar olağan kanun yolundan geçmeden kesinleşemez. HMK’ya göre olağan kanun yolları iki tanedir: İstinaf ve temyiz. Dolayısıyla bu konu başlığının altında teksif ilkesinin istinaf ve temyiz açısından uygulanması incelenmeye çalışılacaktır.
A. İstinaf Aşamasında Teksif İlkesinin Yansımaları
İstinaf ile amaçlanan ilk derece mahkemelerinde verilen kararların vakıalara, delillere, maddi hukuk ve usul hukuku kurallarına uygunluğunu denetlenmesidir . İstinafta, ilk derece mahkemesinin yapmış olduğu işlemler aynen tekrarlanmaz. Sadece maddi vakıalar açısından gerekli olan hususlar yeniden incelenir . İstinaf yoluna başvuru süresi iki haftadır. Buna göre ilamın kendisine tebliği ile iki haftalık süre işlemeye başlar (HMK m.345). İstinafta yapılan yargılaması dilekçeler aşaması, ön inceleme, tahkikat ve Bölge Adliye Mahkemesinin karar vermesi aşamalarından oluşur.
İstinaf yoluna başvuru dilekçe ile yapılır (HMK m.342, I). Dilekçe kararı veren mahkemeye veya başka bir yer mahkemesine verilebilir. O mahkemece bölge adliye mahkemesi başvuru defterine kaydolunur (HMK m.343, I). İstinaf dilekçesi karşı tarafa tebliğ edilir. Karşı taraf, tebliğden itibaren iki hafta içerisinde cevap dilekçesi verebilir. Cevap dilekçesi, kararı veren mahkemeye veya bu mahkemeye gönderilmek üzere başka bir yer mahkemesine verilebilir . Dilekçeler aşamasında istinaf dilekçesi ve cevap dilekçesi olmak üzere sadece bir kez dilekçe verilir . Teksif ilkesinin bir yansıması olarak verilen dilekçeler ile hâkim istinaf yargılamasının başında istinaf incelemesinin kapsamı ve tarafların talepleri hakkında bilgi sahibi olur . Bu durumda teksif ilkesi gereğince hâkimin eldeki verileri tümden görmesini sağlar ve yargılamanın uzamasına engel olur.
Bölge adliye mahkemesi ilk derece yargılamasında yazılı yargılama usulünde cevaba cevap dilekçesinde veya ikinci cevap dilekçesinde belirtilen; basit yargılama usulünde ise dava dilekçesi ile cevap dilekçesinde ifade edilen iddia ve savunmalar ile bağlıdır. Bir başka ifadeyle taraflar ilk derece yargılamasında ileri sürmedikleri iddia ve savunmalarını istinaf aşamasında ileri süremezler . Zira teksif ilkesi gereğince belirtilen usul kesitinden sonra yasak işlemeye başlamıştır. Bu yasak kanun yolları açısından da geçerliliğini sürdürmektedir. Bunu yanı sıra ilk derece mahkemesinde uygulanan iddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istisnalarının, uygulanmadığı haller istinaf aşamasında da geçerliliğini korur (HMK m.360) .
İstinaf aşamasında yeni vakıa ileri sürülemez. Ancak ilk derece mahkemesinde ileri sürülmüş olan fakat yanlış ve eksik değerlendirilmiş vakıalar incelenebilir . Ancak ilk derecede dilekçeler teatisinde belirtilen fakat tarafın ihmali sebebiyle ileri sürülmeyen vakıalar istinaf aşamasında değerlendirilmez . İstinaf aşamasında yeni vakıaların ileri sürülmesi için tanınan istisna ise, mahkemenin resen göz önünde tutacağı hususlardır . Bunun yanı sıra ileri sürülmüş olan vakıanın kapsamında kalan ancak mahkeme tarafından üzerinde durulmamış olan vakıalar yeni vakıa sayılmayacağından istinaf yargılamasına getirilebilir .
İddianın ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının bir istisnasını ise ıslah oluşturmaktadır. Nitekim ıslah, teksif ilkesinin istisnası anlamına da gelir. HMK’nın 357. maddesinde ise dar anlamda istinaf yargılamasından yola çıkılarak ıslahın yapılamayacağı ifade edilmiştir. Islahın istinaf yargılamasında yapılamayacak olmasının nedenleri; ilk derece mahkemesinin usul ve esasa ilişkin hatalarını düzeltme amacı olan bir yargılama faaliyeti olması, istinafta ıslahın davaları uzatmaya yol açması ve istinafta yeni vakıa ileri sürülememesi, talep sonucunun değiştirilip genişletilememesidir . Ancak doktrinde, istinaf yargılamasında ıslahın yapılması gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlere göre, istinaf aşamasında ıslah yolunu kapatmak hem istinafın denetim yapmasına hem de gereksiz yere dava açılmasının önüne geçilmesine aykırıdır . Ayrıca istinafta ıslah hakkının uygulanmamasının teksif ilkesinin çok katı uygulanması sonucu doğuracağından hareketle istinaftan istenilen yararın ve işlevin meydana gelmeyeceği şeklinde ifade edilmiştir .
İstinaf sistemimiz dar anlamda istinaf sisteminden yola çıkılarak düzenlenmiştir. Bu anlamda da ilk derece mahkemesinin yapmış olduğu işlemlerle sınırlı bir şekilde istinaf incelemesi yapılmaktadır. Nitekim iddianın ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı dışında teksif ilkesinin kapsamına aldığımız dar anlamda istinaftan etkilenen bir başka durum ise yeni delil gösterilmesidir. Bu bağlamda bölge adliye mahkemesi istinaf yargılaması yaparken teksif ilkesi gereğince dilekçeler teatisi aşamasında belirtilen deliller ile inceleme yapar. Buna karşılık ilk derece yargılaması görülürken var olmalarına rağmen ileri sürülmeyen veya tarafların ihmali ile mahkemeye bildirilmemiş olan deliller istinaf incelemesi kapsamı dışında kalır . Var olup ileri sürülmeyen delillerden başka bölge adliye mahkemesine getirilen yeni delillerin gösterilmesi HMK’nın 357. maddesini birinci fıkrası gereğince kural olarak yasaklanmaktadır. Bu hükmün istisnası ise anılan maddenin üçüncü fıkrasında düzenlenmiştir. Buna göre ilk derece mahkemesinde usulüne uygun olarak gösterildiği halde incelenmeden reddedilen deliller veya mücbir sebebin varlığı dolayısıyla gösterilmesine olanak bulunmayan yeni deliller bölge adliye mahkemesi tarafından incelenebilir. Ayrıca resen araştırma ilkesinin uygulandığı davalar da ve kamu düzenine ilişkin durumların varlığı halinde yeni delil incelmesi yapılabilir . Nitekim bu iki durumda teksif ilkesinin uygulanmayacağı durumlardır. Yeni delil getirilmesi açısından HMK’nın düzenlenmesinden açıkça anlaşılamayan konu resen göz önünde bulundurulması gereken delillerin bu kapsamda değerlendirilip değerlendirilmeyeceğidir. Teksif ilkesinin uygulanmadığı durumlardan biri de hâkimin resen harekete geçtiği hallerdir. Bir başka ifadeyle teksif ilkesi taraflarca getirilme ilkesinin uygulandığı davalar bakımından uygulanır. Bu nedenle de hâkimin bilirkişiye başvurması ya da keşif yapması teksif ilkesi açısından belirli bir usul kesiti sınırlandırılmamıştır. Doktrinde yer alan bir görüşe göre taraflarca getirilme ilkesinin uygulanmadığı bilirkişiye başvurma veya keşif delillerine hâkimin resen başvurabileceği; ancak bunun dışında kalan deliller açısından istinaf yargılaması bakımından hâkimin resen başvurmayacağıdır .
İSTİNAF YARGILAMASINDA YAPILAMAYACAK USUL İŞLEMLERİ
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun istinaf yargılamasında yapılamayacak işlemleri düzenleyen 357. maddesine göre, bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulacaklar dışında, ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia ve savunmalar dinlenemez, yeni delillere dayanılamaz. Söz konusu madde hükmü Türk Hukukunda sınırlı (dar) istinaf modelinin benimsenmiş olmasının bir sonucudur. Sınırlı istinaf modelinde ilk derece mahkemesi hükmünün bir üst mahkeme tarafından kontrol edilmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda bölge adliye mahkemesi hâkimleri, ilk derece mahkemesinde toplanan dava malzemesine göre denetim yapmaktadır . Sınırlı istinafın konusu, ilk derece mahkemesi hâkiminin altlama faaliyeti, dava malzemesine yönelik değerlendirmesi ve hukuk kurallarının vakıalara altlanması faaliyetinin kanuna uygunluğunun denetlenmesidir. Ayrıca kural olarak sınırlı istinaf modelinde tarafların yeni vakıa getirmesi yasağı mevcuttur. Buna göre, Türk Hukuku açısından ilk derece yargılamasında ileri sürülmeyen iddia ve savunma sebepleri istinaf yargılamasında inceleme konusu yapılamamaktadır.
İlk derece yargılamasında ileri sürülmeyen iddia ve savunma vasıtalarının istinafta ileri sürülememesinin bir uzantısı niteliğinde olan yeni vakıa getirme yasağı, esasen ilk derece yargılamasındaki iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının devamı niteliğindedir . İddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı, Türk hukukunda, yargılamaya hâkim olan ilkelerden teksif ilkesinin bir sonucudur. Teksif ilkesi sadece ilk derece yargılaması ile sınırlı olmayıp, istinaf yargılamasında da geçerlidir. İnceleme konumuz itibariyle teksif ilkesi, ilk derece yargılamasında ileri sürülmemiş iddia ve savunmaların istinaf dilekçesinde ileri sürülebilecek iddia ve savunmalarla olan ilişkisi bakımından değerlendirilecektir.
Teksif ilkesi katı bir şekilde uygulandığında taraflar vakıaların ve delillerin tamamını belli bir usul kesiti içinde ileri sürme hakkına sahip olacaklar ve bu aşamadan sonra vakıa ve delil ikamesi yasak kapsamında kalacaktır. Türk Hukukunda ise genel olarak teksif ilkesi benimsenmiştir . Ancak bu ilke ilk derece yargılamasında bile, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu dönemindekinin aksine, katı bir şekilde uygulanmamaktadır . Zira Türk Hukukunda ağırlıklı olarak yazılılık ilkesi geçerlidir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile mahkemelerde sadece yazılı yargılama usulü uygulanmaya başlanmıştır . Dolayısıyla dava malzemesi bu usule uygun olarak ve kural olarak dilekçeler aşamasında (layihalar teatisiyle) toplanmaktadır .
Teksif ilkesi dolayısıyla, istinaf sebeplerinin taraflarca usulüne uygun olarak gösterilmesi ve başvurunun gerekçelendirilmesi gerekmektedir. Taraf dilekçelerinde, istinaf talebini açıklarken istinaf sebebi olarak ileri sürdüğü iddia veya savunmanın somutlaştırılması için vakıaları ve bu vakıaların ispatı için ise delillerini istinaf dilekçesi veya cevap dilekçesi vasıtasıyla bölge adliye mahkemesine sunmalıdır. Zira Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 355 uyarınca, istinaf incelemesi, tarafların istinaf (veya cevap) dilekçesinde belirttikleri istinaf sebepleriyle sınırlı olarak yapılacaktır.
Esasen tarafın istinaf başvurusunda ileri sürebileceği iddia ve savunma vasıtalarının sınırını, ilk derece yargılamasında süresinde ve usulüne uygun olarak ileri sürdüğü iddia ve savunma sebeplerinin oluşturacağı belirtilmelidir. Kanun’da da ifade edildiği üzere, bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulacaklar dışında, ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia ve savunmalar dinlenmez (HMK m. 357/1)275. Bu nedenle, tarafın ilk derece yargılamasında ileri sürdüğü talepler, istinaf yargılamasında önem arz etmektedir. İstinafta re’sen göz önünde tutulacak hususlar dışında, ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia veya savunmaların dinlenemeyecek olması gibi, istinafta tarafın yapabileceği usul işlemlerine birtakım sınırlamalar getirilmesi ile sürecin gereksiz uzamasının önlenmesi istenmiştir .
Türk Hukukunda, iddianın genişletilmesinin kapsamına ise talep sonucunun genişletilmesi ve dava sebebinin (hayat olayı – vakıalar) genişletilmesi girmektedir. Ancak kural olarak delil ikamesinin davayı değiştirme yasağı kapsamında sayılmadığı belirtilmelidir. Ayrıca usule ilişkin savunma sebeplerinden olan dava şartları da davanın her aşamasında ileri sürülebildiği için savunmanın genişletilmesi yasağı kapsamında yer almaz. Fakat usule ilişkin savunma sebeplerinden bir diğeri olan ilk itirazlar ise kanunda gösterilen süreden sonra ileri sürülemez. Zira ilk itirazlar için belirtilen süre hak düşürücü süredir. Bu nedenle ıslah veya karşı tarafın muvafakatiyle dahi istinaf aşamasında ileri sürülemezler. İlk derece yargılamasında teksif ilkesinin bir sonucu olan iddia ve savunmanın değiştirilmesi yasağının istisnaları, iddia veya savunmanın değiştirilmesi için karşı tarafın muvafakat etmesi ve iddia veya savunmasını değiştirmek isteyen tarafın ıslaha başvurmasıdır (HMK m. 141/2). Hâkimin davayı aydınlatma ödevi kapsamında delil gösterilmesini isteyebilmesi (HMK m. 31) de teksif ilkesinin etkilerini yumuşatmaktadır . Ayrıca re’sen araştırma ilkesinin uygulandığı dava veya işlerde taraflar iddia ve savunmaları ile bağlı olmadığı ve hâkim kendiliğinden delil toplayabilme yetkisine sahip olduğu için söz konusu dava ve işlerde teksif ilkesinin geçerli olmadığını belirtelim. Onun dışında, hukuki sebeplerin değiştirilmesi, talep sonucunun daraltılması, ayrı bir dava sebebi oluşturacak nitelikte bulunmayan, yani asıl vakıaya zımnen dâhil olan vakıaların ileri sürülmesi ve maddî hataların düzeltilmesi, iddia veya savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının kapsamına girmemektedir .
İlk derece yargılamasındaki iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istinafta devamı niteliğinde olan yeni vakıa getirme yasağı ile ilgili olması sebebiyle, bu yasağın istisnalarının da somut olay gerektiriyorsa istinafta geçerli olacağı akla gelebilir.
Bu anlamda hâkimin davayı aydınlatma ödevi kapsamında delil gösterilmesini isteyebilmesi, hukuki sebeplerin değiştirilmesi, talep sonucunun daraltılması, asıl vakıaya zımnen dâhil olan vakıaların ileri sürülmesi, maddî hataların düzeltilmesi, istinafta karşı tarafın rızası ve davayı sona erdiren taraf usul işlemlerinin (feragat, sulh, kabul) durumu ele alınacaktır.
İstinaf Yargılamasında Bölge Adliye Mahkemesince Re’sen Göz Önünde Tutulacak Hususlar
Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 355 uyarınca, bölge adliye mahkemesince inceleme, istinaf dilekçesinde belirtilen sebeplerle sınırlı olarak yapılır. Ancak, bölge adliye mahkemesi, kamu düzenine aykırılık gördüğü takdirde bunu re’sen gözetecektir. Dava şartlarının var olup olmadığı, re’sen araştırma ilkesinin gereği gibi uygulanmaması, iddia ve savunma hakkının gereği gibi kullandırılıp kullandırılmadığı kamu düzenine ilişkin olup, istinaf hâkimince re’sen dikkate alınacaktır. Ayrıca vesayet ve kişisel ilişkiye ilişkin davalar, soybağı ve babalık davaları ile cinsiyet değiştirmeyle ilgili uyuşmazlıklar283 doğrudan kamu düzeni ile ilgilidir. Mutlak butlana dayanan evlilik engelleri, velayet, kesin yetki kuralları, görev kuralları, taraf ehliyeti ve vekilin özel yetkisi olması gerekip gerekmediği de kamu düzenini ilgilendiren diğer hususlardır. Öte yandan, bölge adliye mahkemesinde, tarafın hukuka aykırılık itirazı ile bağlı olmaksızın, farklı bir hukuki gerekçeye dayanarak karar verebilmenin mümkün olduğu (HMK m. 33) ve HMK m. 355’te açıkça ifade edilmese de hâkimin hukuku re’sen uygulayacağı kuralının (HMK m. 33), istinafta da geçerli olması nedeniyle hukuka aykırılığın, hukuki sebebin yanlış tespiti veya uygulanmasının, bölge adliye mahkemesince kendiliğinden gözetileceği ifade edilmiştir .
O halde, HMK m. 33 uyarınca hâkimin re’sen uygulayacağı hukuk kavramı ile HMK m. 355 uyarınca yine hâkimin re’sen gözeteceği kamu düzeni kavramı üzerinde durulmalıdır. Öğretide, bir görüşe göre, ilk derece mahkemesi hâkimi tarafından ilgili maddi hukuk kuralının uyuşmazlık konusu olaya yanlış tatbik edilmiş olması, kamu düzeni kökenli bir mutlak istinaf sebebi olduğundan hâkimin hukuku re’sen uygulaması ilkesinin geçerli olduğu kabul edilmiştir. Buna göre, taraf, maddi hukuk kuralına aykırılığı istinaf sebebi olarak göstermese ya da yanlış göstermişse bile, bölge adliye mahkemesi kendiliğinden bu hususu inceleme konusu yapacak olup, istinaf sebebiyle bağlılık söz konusu olmamaktadır . Buna karşılık, usul hukukuna (yargılama kurallarına) aykırılık halinde, tarafın ileri sürdüğü istinaf sebebinin mutlak veya nispi olmasına göre değerlendirme yapılır. Maddi hukuk kurallarına aykırılık ile mutlak istinaf sebebi teşkil eden usul hukukuna aykırılık hallerinde, hâkimin hukuku re’sen uygulaması ilkesi geçerliliğini korumakta ve fakat nispi istinaf sebebi olan usul hukukuna aykırılık hallerinde söz konusu ilke geçerli olmamaktadır . Ayrıca hukuk kuralının somut olaya uygulanmasına yönelik ihlâllerin taraflarca istinaf sebebi olarak gösterilmesine bir engel olmadığı gibi, aksine bu hususların gösterilmesi istinaf kanun yolundan beklenen sonucu elde etmekte önem arz edecektir .
Başka bir görüşe göre, kamu düzeni kavramının maddi hukuktaki kadar geniş algılanmasının çeşitli sorunlara yol açacağı ve bu nedenle, usuli kamu düzeni kavramının üzerinde durulması gerektiği, özellikle dava şartlarından bahsedilebileceği belirtilmiştir .
Buna göre, HMK m. 355 anlamında istinafta kamu düzeni konusunun içi doldurulurken maddi hukuk anlamında bir içerik yüklememek gerekir. İstinafta kamu düzeni kavramı maddi hukuktaki kadar geniş anlamlandırılacak olursa her türlü maddi hukuka aykırılık halinin bölge adliye mahkemesinde ileri sürülmesinin yolu açılacaktır. Bu durum, istinaf yargılamasının amacı ve konusuna ters düşecektir. O halde, HMK m. 355’de bahsedilen kamu düzeninden, usuli kamu düzeni kavramı anlaşılmalı ve usul hukukunun emredici temel normlarına, yargı erkinin işleyişini sağlamaya yönelik, emredici biçimde kaleme alınmış olan kurallara aykırılık halleri bölge adliye mahkemesi hâkimince re’sen gözetilmelidir.
Bunun dışında, hâkim, dava temelini oluşturan vakıaları da re’sen dikkate alamamaktadır. Zira Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 355’e göre, istinaf incelemesinin sınırını oluşturan “istinaf dilekçesinde belirtilen sebepler” deyimi ile hukuki sebepler değil, iddia ve savunma sebepleri ve bunlara dahil olan vakıaların kastedildiği düşüncesindeyiz. Bu nedenle istinaf hâkimi tarafların bildirdikleri vakıalarla bağlı olup, istinaf dilekçesinde bildirmediği vakıaları re’sen dikkate alamayacak ve onları hatırlatacak hallerde de bulunamayacaktır. İstinaf hâkimi ancak taraflarca getirilen vakıalara münhasıran inceleme yapmaktadır.
İstinaf yargılamasında bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulacak hususların arasında usuli kamu düzeni kavramına aykırı haller yanında, itiraz savunma sebebi de yer almaktadır. Dosya içeriğinden açıkça anlaşılabilen itiraz mahiyetindeki savunma sebepleri istinaf yargılamasında ileri sürülmese bile, bölge adliye mahkemesince bu hususlar kendiliğinden dikkate alınmaktadır . Taraflarca ilk derece yargılamasında dayanılmamasına rağmen dosya içeriğinden anlaşılabilen itiraz sebeplerinin ilk kez istinafta ileri sürülebilmesi de mümkündür. Diğer bir ifadeyle bu tür itiraz sebeplerinin istinafta ileri sürülmesi yeni vakıa getirme yasağı kapsamında değildir. Öte yandan, zamanaşımı, ödemezlik (karşılık borcun yerine getirilmediği), satış bedelinin indirilmesi, kefilin tartışma def’ileri ise ilk derece yargılamasında ileri sürülmüş olması ve açıkça istinaf sebebi olarak gösterilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, def’i mahiyetindeki savunma sebepleri bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulmamaktadır. İstinafta hâkimin re’sen göz önünde bulunduracağı hususların değerlendirilmesinde belirsiz alacak davası şeklinde açılan para alacağı talebine dayalı davalar üzerinde de durulmalıdır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 107’ye göre, belirsiz alacak davasında, davacı, alacak miktarının veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda, tahkikat sona ermeden hâkim tarafından verilen iki haftalık kesin süre içerisinde iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu geçici talebini artırabilir. Davacının bu şekilde talep sonucunu artırarak yeniden belirleyebilmesi iddianın genişletilmesi yasağına aykırı değildir. Bu imkânın kullanılabilmesi bakımından davacının en geç karşı tarafın açıklaması ve bilgi sunmasından sonra veya tahkikat içerisinde ispat aşamasının sonunda talep sonucunu belirleyip mahkemeye bildirmesi gerektiği düzenlenmişti . Ancak bu husus 7251 sayılı Kanun madde 7 ile değişik 6100 sayılı Kanun’un 107. maddesinin ikinci fıkrasında yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi mümkün olduğu anda , hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi takdirde, dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp karara bağlanır (HMK m. 107/2). Böylelikle, değişiklikten önceki durumda olduğu gibi, tarafın bu imkânı kullanıp kullanmaması tamamen inisiyatifine bırakılmamış ve hâkime tarafın bu imkânı kullanabilmesi için kesin süre vermesi gerektiği yönünde bir görev yüklenmiştir. Bu düzenleme ile davacının iddianın genişletilmesi yasağına aykırı olmaksızın talep sonucunu artırabilmesi imkânından yararlanamama olasılığı azaltılmış ve buna bağlı olarak istinafta talebin artırılması imkânının kendisine yeniden tanınması gerektiği iddialarının da genel olarak önlenmiş olunacağı düşüncesindeyiz.
Esasen dava dilekçesinde belirtilen talep sonucundaki miktar veya değerin artırılması hususu, dava hakkının kötüye kullanılmaması, tarafların dava açarken özenli davranması ve yargılamayı gereksiz yere uzatmaması amacına dayanan iddianın genişletilmesi yasağı kapsamında kalmaktadır. Ancak belirsiz alacak davası açılırken iddianın genişletilmesi yasağının amacına aykırı bir durum söz konusu değildir. Hukuki himaye talep eden davacı, talepte bulunduğu sırada alacak miktarını belirlemesi imkânsız ya da kendisinden beklenemeyecek durumda olduğu için talebini belirsiz alacak davası açarak ileri sürmektedir.
Başka bir deyişle belirsiz alacak davasının temel amacı, alacak miktarının kesin olarak belirlenemediği durumlarda alacaklının, sübjektif hakkının tam olarak yerine getirilmesini sağlamak, hak arama özgürlüğü önündeki sınırlamaları gidermektir. Böylelikle, belirsiz alacak davası ile Anayasa’nın 36. maddesinde öngörülen etkin hukuki korunma sağlanmış olmaktadır. Bu nedenle, belirsiz alacak davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında karşı tarafın yaptığı açıklamalar, sunduğu belge ve deliller sonucunda veya delillerin incelenmesi ve tahkikat aşaması sonunda, dava açıldığı anda belirsiz olan alacak, belirli hâle gelmişse davacı, tahkikat sona erinceye kadar hâkimin kendisine vereceği iki haftalık kesin süre içinde, iddianın genişletilmesi yasağına aykırı olmaksızın geçici talebini arttırarak kesin talebe dönüştürebilecektir (HMK m. 107/2).
Belirsiz alacak davası şeklinde açılan bir dava sonunda verilen hükme karşı istinafa başvurulduğunda, istinaf hâkimi, ilk derece mahkemesinde verilmiş olan kararın kaldırılmasına karar verebilir. Bu durumda ya bölge adliye mahkemesinde yeniden tahkikat yapılmasına ya da dosyanın yeniden yargılama yapılmak üzere ilk derece mahkemesine gönderilmesine karar verilebilir. Her iki ihtimalde de yeniden yapılacak tahkikat sırasında re’sen veya taraflardan birinin istemi üzerine alınacak bilirkişi raporu veya yapılacak keşif sonucu dava konusu alacağın miktar veya değerinin ilk derece yargılamasında belirlenenden daha farklı olduğu tespit edilirse davacının Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 107 kapsamında talep sonucunu revize etmesi için süre verilip verilmeyeceği tartışılacaktır.
İlk olarak dava konusu alacağın miktar veya değerinin ilk derece yargılamasında belirlenenden daha fazla olduğunun tespit edilmesi ihtimali üzerinde duracağız. Doktrinde bu konuda, belirsiz alacak davasının amacı dikkate alınarak, davacının dava dilekçesinde dava konusu alacak miktar veya değerini tam olarak belirtmesini beklemenin hak arama özgürlüğüne aykırı düştüğü ve usulün amacı olan sübjektif hakların gerçekleşmesini sağlamayı zorlaştıracağı kabul edilerek, istinafta talep sonucunu arttırmanın mümkün olduğu ifade edilmiştir.
Kanaatimce, her koşulda bu sonuca varmak doğru olmayacaktır. Şöyle ki, belirsiz alacak davası açan taraf ilk derece yargılamasında talep sonucu belirlenebilir olduğu anda iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmadan talep sonucunu arttırma yoluna gidebilecekken gitmemiş ve mahkemece geçici talep sonucu dikkate alınarak hüküm verilmesine rağmen, istinafta dava konusu alacağın ilk derece yargılamasında tespit edilen kadar veya daha fazla olduğu tespit edilmiş olabilir. Bu örnekte, ilk derece yargılamasında kendisine kesin süre verildiği halde, bu hakkı kullanmayan tarafa bir üst mahkeme olan istinaf mahkemesinde yeniden bu imkândan yararlanmasını kabul etmek ya da hâkimin bu hususu re’sen göz önünde bulundurmasını beklemek ne kadar doğru olacaktır.
İlk Derece Yargılamasında İleri Sürülmeyen Talep Sonucunun İstinaf Dilekçesinde Talep Edilip Edilemeyeceği Meselesi
İlk derece mahkemesinde ileri sürülmemiş talep sonucunun istinaf dilekçesinde talep edilmesinden anlaşılması gerekenin dava dilekçesindeki talep sonucunda istenmemiş yeni bir talebin eklenmesi veya istenmiş talebin artırılması ya da azaltılması olduğu belirtilmelidir.
İstinafa başvuran tarafın ilk derece mahkemesinin yaptığı yargılama ve verdiği karardaki hataları veya eksik noktaları istinaf sebebi olarak ileri sürebileceğini belirtmiştik. Bu kapsamda mahkeme kararının gerekçesiz veya görünürde gerekçeli olması (sözde gerekçeli karar olması) tarafın ileri sürebileceği mutlak bir istinaf sebebidir. Zira hukuki dinlenilme hakkının bir gereği olarak hâkimin kararını gerekçelendirme konusunda bir yükümlülüğü bulunmaktadır (AY m. 141).Buna karşılık, mutlak istinaf sebebi olarak değerlendirilmese de istinaf talebinde bulunan taraf, ilk derece mahkemesi kararındaki gerekçenin eksik ya da hatalı olduğunu da ileri sürebilir. Öyle ki, taraflardan biri başka bir hukuki nitelemeden dolayı mahkumiyetini yani hükmün gerekçesinin değiştirilmesini talep edebilir ve bu talebin kabulü kural olarak aleyhe karar verme yasağına aykırılık teşkil etmemektedir. Ancak bir nihai kararın kesin hüküm oluşturmaya elverişli içeriğinin tespiti bakımından, gerekçenin önem taşıdığı hallerde, aleyhe karar verme yasağı açısından gerekçenin de dikkate alınacağı belirtilmelidir. Zira taraf çoğu zaman, bu hâllerde, gerekçenin eksik ya da hatalı olduğunu ileri sürerek kanun yoluna başvuracaktır.
Kanun yoluna başvuran tarafın dava dilekçesindeki323 talep sonucunda istemde bulunmadığı yeni bir talebi (iddiayı) istinaf (veya cevap) dilekçesine ekleyip ekleyememesi üzerinde durulacaktır. Bu konuyla ilgili öncelikle dava dilekçesindeki talep sonucuna eklenecek talep (iddia) kavramı tanımlanmalı ve bu tanımlamadan yola çıkılarak istinafta yeni taleplerin ileri sürülmesinin ne derece mümkün olduğu tartışılmalıdır. Türk pozitif hukukunda kanun koyucunun buna ilişkin bir tanım yapmadığı görülmekte ve yeni talep kavramının belirlenmesi öğreti ve uygulamaya bırakılmaktadır.
İstinafta ileri sürülecek yeni talep (yeni iddia) kavramı hukuki sebep veya salt dava sebebi (hayat olayı-vakıalar) ile değil, dava konusundan (talep sonucu ile birlikte vakıalardan da) yola çıkılarak açıklanmalıdır. İlk derece yargılamasında iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının başladığı an olan dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra (HMK m. 141/1), ortaya çıkmış vakıaların veya iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağının istisnası kapsamında ileri sürülmüş olan talepler, yeni talep olarak nitelendirilmeyecektir. Diğer bir ifadeyle ilk derece yargılamasında dava dilekçesinde talep (istem) sonucunda ileri sürülmüş taleplere dahil olan hususlar yeni talep değildir. Ancak yeni talep olup olmadığını belirlemek bakımından salt talep sonucu bazlı değerlenme yapmamak gerekir; somut olaya göre vakıaların da dikkate alınması gerektiği unutulmamalıdır. Bununla beraber, Türk hukukunda istinaf yargılamasında yeni talep ileri sürme yasağının mevcut olduğu belirtilmelidir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357/1’e göre, bölge adliye mahkemesince ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia ve savunmalar dinlenmez. Öyle ki, bölge adliye mahkemesi iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağına aykırılığı kendiliğinden gözetmektedir. Çünkü istinaf kanun yoluna başvurulmuş olması yeni bir dava açılması anlamına gelmeyip, ilk derece yargılamasının bir devamı niteliğindedir. O halde, ilk derece yargılamasında dilekçelerin karşılıklı verilmesinden itibaren geçerli olmaya başlayan iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının bir sonucu olarak, bu yasağın istisnaları olan ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümlerinin de istinafta saklı tutulduğu düşünülebilir. Ancak ilk derece mahkemesinde ileri sürülmemiş taleplerin karşı tarafın muvafakatiyle dahi bölge adliye mahkemesinde ileri sürülemeyeceği kabul edilmektedir. Bunun yanında, HMK m. 357/1’de istinafta ıslah yoluna gidilemeyeceği de açıkça belirtilmiştir. Bu nedenle, taraf, istinafta yeni talep ileri sürme yasağı kapsamında, ilk derece yargılamasındaki iddialarını yani talep sonucunu değiştiremeyecek veya onlara yenisini ekleyemeyecektir. Bu husus, dava konusunun değiştirilmesi suretiyle dava değiştirme yasağı olarak ifade edilmektedir.
Genel Olarak Vakıa Tespiti
Bir uyuşmazlığın maddi ve hukuki olmak üzere birbirine bağlı iki yönü bulunmaktadır. Uyuşmazlığın maddi ve hukuki yönü çakıştığı an; hukuk kuralının uygulanabilmesi için gerekli koşul vakıalar gerçekleşmekle birlikte söz konusu hukuk kuralının öngördüğü sonuç, yargı kararı (yargısal sonuç) olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle somut vakıa, soyut hukuk kuralları ile kıyaslanır ve bu iki unsur çakıştığı, uyuştuğu takdirde mahkeme hükmünü verir. Buna mahkemenin altlama faaliyeti denilmektedir. Mahkemece yapılan bu altlama faaliyeti mantıksal usavurma yolu ile yapılır. Ancak usavurma için önce bu bölümde incelenecek olan, vakıa ya da vakıaların (küçük önermenin) tespiti gerekir. Vakıaların tespitinde de mantıksal usavurma yolu kullanılır. Yani bu şekilde bir yargısal sonuca hükmedecek olan mahkeme, önce vakıa tespiti yapmakta ve sonra tespit ettiği vakıalara uygun hukuk kurallarını altlama faaliyetini gerçekleştirmektedir. Bu kapsamda dava dosyasında yer alan hayat olayını – maddi vakıaları tespit etmek, bunlardan dava ile ilgili olanları belirlemek ve tahkikatı yürütmek hâkimin varlık nedenidir. Ayrıca somut olaya soyut hukuk kurallarındaki koşul vakıaların altlanması için doğru hukuk kuralının da belirlenmiş olması gerekir. Hâkimin altlama faaliyeti için doğru hukuk kuralını belirlemesi hukuki sorunu yani uyuşmazlığın hukuki yönünü oluşturmaktadır. Hâkimin hukuku uygulayıp hükmünü verebilmesi için önce dava sebebini oluşturan vakıalardan çekişmeli ve uyuşmazlığın çözümüne etki edebilecek olanları tespit etmesi gerekir. Mahkemenin vakıaların varlığı veya yokluğu konusunda yaptığı tespit ispat konusuyla alakalıdır (HMK m. 187/1). Zira ispat faaliyeti ve delillerin konusunu, dava sebebi yani iddia ve savunma sebeplerinin dayanağı olan maddi vakıalar oluşturmaktadır. Maddi gerçeğe uygun bir vakıa tespiti için her şeyden önce, bu vakıaların taraflarca veya mahkeme tarafından usulüne uygun olarak dava dosyasına getirilmesi gerekir. Türk kanun koyucusunun tercihi dava malzemesinin mümkün olduğunca ilk derece mahkemesinde toplanması ve mevcut dava malzemesinin istinafta değiştirilmesi veya yeni dava malzemesi getirilmesinin yasaklanması yönündedir (HMK m. 357). Buna göre, dava malzemesini toplamak, değerlendirmek ve hükmü vermekle görevli asıl merci ilk derece mahkemesidir. Bunun yanında, Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 29’da düzenlenen dürüst davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğüne göre, taraflar, davanın dayanağı olan vakıalara ilişkin açıklamalarını gerçeğe uygun bir biçimde yapmakla yükümlü kılınmışlardır. Bu yükümlülük tarafların dava malzemesi hakkındaki tasarruf yetkilerini sınırlandırmaktadır. Fakat bu sayede taraflar gerçeğe uygun iddialarda bulunmakla yükümlenerek, hâkimin tarafların bilerek yanlış getirdikleri vakıalara dayanarak gerçeğe aykırı hüküm vermesi engellenmeye çalışılmıştır. Başka bir deyişle tarafın dürüst davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğü ile kendi ihmali sebebiyle ilk derece yargılamasına getirmediği vakıaların varlığı önlenecektir. Bu husus, aşağıda inceleneceği üzere, tarafların istinaf dilekçesinde sunabileceği dava malzemesinin kapsamı bakımından önem arz etmektedir.
Yeni Vakıa İleri Sürme Yasağı
Hukukumuzda, istinaf kanun yolu olarak görev yapan bölge adliye mahkemelerinde, ilk derece mahkemesinde yapılan yargılamanın ne ölçüde tekrarlanacağı, bu kapsamda istinafta taraflarca yeni dava malzemesinin (vakıa ve delillerin) ileri sürülüp sürülemeyeceği tespit edilmelidir. Türk hukukunda, yukarıda da açıkladığımız üzere, bölge adliye mahkemeleri, ilk derece mahkemesi kararını hukuka aykırı bulursa kanunda öngörülmüş sınırlar dâhilinde, yeniden yargılama yaparak karar verebilme yetkisine sahiptir. Ancak dar anlamda istinaf kanun yolunun (sınırlı istinaf modelinin) benimsendiği hukuk sistemimizde, bölge adliye mahkemesi, dava malzemesi toplanması işlemlerini tekrarlamayarak, ilk derece mahkemesindeki dosya içeriği ile sınırlı olarak yeniden yargılama yapmaktadır. İstinaf kanun yolunun amacı, ilk derece mahkemesince verilen kararın vakıa (olgu) ve hukuka uygunluk yönlerinden denetlenmesi olup, yeni baştan bir yargılama yapılması değildir. Bu nedenle asıl olarak ilk derece mahkemesinde gerçekleşecek olan dava malzemesinin toplanması aşaması, istinaf aşamasında yeniden tekrarlanmamakta ve istinafta yeni vakıa getirme yasağı geçerli olmaktadır. Diğer bir ifadeyle taraflar iddia ve savunma sebeplerini oluşturan vakıaları dilekçeler aşamasında (layihaların teatisi aşaması) ileri sürmek durumundadır ve yargılamanın bu aşamasından sonra tarafların yeni vakıa ileri sürmesi yasak kapsamında kalmaktadır. Bu nedenle, kural olarak, ilk derece yargılamasında ileri sürülmeyen bir vakıa yeni bir vakıa sayılır ve ayrı bir davanın konusunu oluşturur. Dolayısıyla ilk derece mahkemesinde ileri sürülmemiş olan vakıalar istinafta dinlenmemektedir (HMK m. 357/1). Taraflarca ilk derece mahkemesine sunulan dilekçelerden ve daha sonra karşı tarafın açık muvafakati ya da ıslahla dahil edilen vakıalar ile ilk derece mahkemesinin duruşma tutanaklarından anlaşılan vakıalar, yeni vakıa olarak nitelendirilemez. Örneğin, dava dosyasından anlaşılan ödeme itirazı, istinaf mahkemesi tarafından re’sen dikkate alınabileceği gibi, taraf, bu vakıaya yönelik itirazlarını istinaf sebebi olarak da ileri sürebilir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 357. maddesi gereği istinaf sistemimizde geçerli olan yeni vakıa getirme yasağı, istinafta tam bir serbesti ile her türlü vakıanın ileri sürülmesine, bazı vakıaların ilk derece yargılamasında ileri sürülüp bazılarının ikinci derece yargılamasına bırakılmasına ve istinaf kanun yolundaki denetimin amacından uzaklaşılmasına engel olmaktadır. Zira yeni vakıa getirme yasağı ile istinafta ileri sürülebilecek vakıalar sınırlandırılmamış olsaydı, tarafın ilk derece yargılamasını önemsemeyerek bazı vakıa ve delillerini son çare olarak saklayıp, bütün odağını istinaf yargılamasına yöneltmesi söz konusu olabilirdi. Bu durumda da bölge adliye mahkemelerinin iş yükünün beklenenden daha çok olması ve ilk derece yargılamasının önemini yitirmesi sorunları yaşanabilirdi. Bu nedenle, ilk derece yargılamasında vakıalarını hiçbir sebep ve mazeret olmaksızın ileri sürmeyen, davayı haksız yere uzatmak amacıyla hareket eden tarafın istinaf başvurusu haklı kabul edilmeyerek istinaf kanun yolunun denetim amacı ön planda tutulmuştur. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 357. maddesi, yeni vakıaların getirilmesine hiç imkân vermeyecek bir yasak getirdiği gerekçesiyle öğretide eleştirilmiştir. TANRIVER, bu düzenleme nedeniyle hukuka uygunluk denetiminin ön planda ve fakat istinaf kanun yolunda amaçlanan maddi vakıa denetiminin ise son derece sınırlı kaldığını ifade etmiştir. Yazar, istinaf incelemesi sırasında ıslah yoluna başvurulamamasını da aynı yönde eleştirmekle birlikte, getirilen modelin istinaf olmadığı, genişletilmiş bir temyiz olduğunu belirtmektedir. Ancak ikinci derece hüküm mahkemesi olarak istinaf mahkemelerinin güvenceli adalet dağıtımını gerçekleştirme amacı bulunması itibariyle, ilk derece mahkemesinde ileri sürülen vakıalar ile sıkı sıkıya bağlı olmaması ve belli ölçüde de olsa tarafların yeni vakıaları ileri sürmesine izin verilmesi gerektiğini belirtmiştir. YILDIRIM, ilk derece mahkemesi kararının istinaf mahkemesi tarafından bir kere daha incelenmekte olduğunu ve bu sayede nispeten hakkaniyete uygun bir hüküm tesis edildiğini ifade etmektedir.
Türk hukuku bu hukuk sistemine dahil bir hukuk olması itibariyle söz konusu görüşe katıldığımızı belirtelim. Ayrıca yazara göre, bölge adliye mahkemesi, ilk derece mahkemesinin kararını denetlerken, olayı delillere doğrudan temas etmek suretiyle yeniden canlandırmakta, o mahkemenin delilleri değerlendirirken, vakıaların toplanması ve takdirinde olağanüstü zorlukla karşılaşıp karşılaşmadığını, insan bilgisinin yetersiz olması olgusundan etkilenip etkilenmediğini saptamakta ve olay hakkındaki kanaatini tesis etmektedir. Bu nedenle delillerin ikinci bir defa daha elden geçirilmek suretiyle değerlendirilmesi, daha doğru bir hüküm tesisine imkân verecektir.
Hâkimin kendiliğinden göz önünde tutacağı vakıaların383 yeni vakıa getirme yasağı kapsamında yer almadığını, tarafların getirmesi gereken vakıaların yer aldığı da belirtilmelidir. Öte yandan, re’sen araştırma ilkesinin uygulandığı davalarda ve çekişmesiz yargı işlerinde teksif ilkesi geçerli olmadığından, istinaf hâkimi kendiliğinden dava malzemesi toplayabilmektedir. Diğer bir ifadeyle yeni vakıa getirme yasağı, sadece taraflarca getirilme (getirilme) ilkesinin geçerli olduğu dava ve işlerde, bölge adliye mahkemesi hâkimince kendiliğinden dikkate alınmaktadır. Bunun dışında, hâkimin davayı aydınlatma ödevi gereği, davanın temelini oluşturan vakıalar ve bu vakıalara dayanılarak talep edilen sonuç (netice) açık
değilse veya çelişkili ise hâkim bunları taraflara sorarak açıklattırabilir (HMK m. 31). Hâkimin davayı aydınlatma ödevi, sadece ilk derece mahkemesinde değil, bölge adliye mahkemesinde de geçerlidir. İlk derece mahkemesinde hâkimin davayı aydınlatma ödevine uygun davranmaması halinde, bu kez istinaf incelemesini yapmakta olan bölge adliye mahkemesi, çelişkili gördüğü vakıaları taraflara açıklattırabilir. Hâkimin davayı aydınlatma ödevi kapsamında yapılan açıklamalar sadece belirsizliğin giderilmesine ilişkin olup, bu imkân yeni vakıalar ileri sürülmesine yönelik değildir. Ancak hâkim, davayı aydınlatma ödevi çerçevesinde tarafın ileri sürdüğü vakıaya zımnen dahil olan vakıa ya da vakıaların getirilmesini taraftan isteyebilir.
İstinaf aşamasında yeni vakıaların ileri sürülmesi hususunda mukayeseli hukuka baktığımızda, farklı modeller kabul edilmiştir. Öyle ki, tam istinaf modelinin kabul edildiği hukuk sistemlerinde taraflara yeni vakıa getirme hakkı tanınmaktadır. Örneğin, Avusturya Hukukunda, istinaf mahkemesi, ilk derece mahkemesinin kararını sözlü yargılama sonuna kadar sunulmuş olan dava malzemesini dikkate alarak incelemekte olması sebebiyle, istinaf sebeplerinin dayandırıldığı vakıa ve delilleri yasak kapsamında değerlendirmemektedir (öZPO § 482/I). Fransız Hukukunda ise tarafların, ilk derece mahkemesinde ileri sürdükleri iddialarını, istinaf başvurusunu gerekçelendirmek amaçlı yeni vakıalarla destekleyebilecekleri kabul edilmiştir (NCPC Art. 563).
Yeni Vakıa İleri Sürme Yasağının İstisnaları
Türk kanun koyucusu, yeni dava malzemesi konusunda, istinaf aşamasını ilk derece yargılamasına nazaran daha fazla sınırlandırmış, tercihini dava malzemesinin mümkün olduğunca ilk derece yargılamasında toplanması yönünde kullanmış ve mevcut dava malzemesinin istinafta değiştirilmesini veya yeni dava malzemelerinin toplanmasını yasaklamıştır (HMK m. 357). Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 357. Maddesinde delillere ilişkin getirilmiş istisnadan yola çıkılarak öğretide çoğunluk tarafından, ilk derece yargılaması sırasında mevcut olmasına rağmen tarafların ihmali nedeniyle ileri sürülmeyen vakıalar artık istinaf aşamasında ileri sürülemeyecek ve fakat usulüne uygun olarak ileri sürüldüğü halde incelenmemiş veya mücbir bir sebeple ileri sürülmesi mümkün olmamış vakıaların ise bölge adliye mahkemesinde ileri sürülebileceği savunulmaktadır. O halde, ilk derece mahkemesinin özellikle tahkikat aşamasında hatalı yargılama yürütümü sebebiyle dava malzemesinin hukuka uygun bir biçimde temin edilemediği hallerde, istinafta yeni vakıa ileri sürülebilmesi mümkündür. Başka bir ifadeyle yeni vakıa getirme yasağının istisnası ile amaçlanan, ilk derece yargılamasındaki taraf usul işlemlerine yönelik hata ve eksikliklerin düzeltilmesi veya tamamlanması değildir. Burada amaç ilk derece mahkemesinin yaptığı hataların düzeltilmesidir. Kanaatimizce, bu amaç, Türk hukukunda istinaf mahkemeleri olarak görev yapan bölge adliye mahkemelerinin kontrol mahkemesi olma özelliğiyle uyum içerisindedir. Bu kapsamda, ilk derece yargılaması sırasında mevcut olup taraflarca ileri sürülememiş vakıalar bakımından, yeni vakıa ileri sürme yasağının istisnası söz konusu olmalıdır. Vakıanın önceden ileri sürülmesinin taraf açısından imkânsız olması, vakıanın yargılama faaliyetinin kötü yürütülmesi sebebiyle ileri sürülememesi, karşı tarafın vakıanın ileri sürülmesini engelleyici davranışlarda bulunması ve vakıaların herkesçe bilinir olması hallerinde, söz konusu yeni vakıalar istinafta ileri sürülebilmelidir.
Yeni vakıa ileri sürülmesi yasağının istisnaları kapsamında, taraflarca bilinmeyen vakıaların istinafta ileri sürülüp sürülemeyeceği konusu üzerinde durulmalıdır. Bu konuda Kanun’da açık bir düzenleme bulunmamaktadır. İlk derece yargılaması sırasında taraflarca bilinmeyen vakıalar, mücbir bir sebepten yani tarafın elinde olmayan bir nedenden veya vakıanın ilk derece mahkemesince hüküm verildikten sonra ortaya çıkmasından kaynaklanabilir. İlk derece yargılamasında mevcut olmasına rağmen taraflarca bilinmeyen bir vakıa, ilk derece yargılaması sona erdikten sonra öğrenilmiş olması nedeniyle istinaf aşamasında ileri sürülebilecektir394. Zira tarafların ilk derece yargılamasında elinde olmayan bir nedenle bilemeyecekleri vakıalara dayanmaları kendilerinden beklenmemelidir. Taraflar sırf bu nedenle ayrı bir dava açmaya veya yargılamanın iadesi yoluna başvurmaya zorlanmamalıdır. Aksi takdirde, usul ekonomisi ilkesi kapsamında yargılamanın hızlandırılması mümkün olmayacak ve uyuşmazlığın sürüncemede kalmasına neden olunacaktır. Ancak örneğin borcun itfası ilk derece mahkemesi hükmünden önce gerçekleşmiş ve ilk derece mahkemesinde ileri sürülme imkânı varken ileri sürülmemişse o vakıanın artık istinaf yargılaması sırasında ileri sürülemeyeceği kanaatindeyiz. Zira yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 29’da düzenlenmiş olan, tarafın dürüst davranma ve doğruyu söyleme yükümlülüğü, istinaf dilekçesinde sunabileceği dava malzemesinin kapsamı bakımından önem arz etmektedir. O halde, başlangıçta mevcut ve ileri sürülebilir nitelikteki vakıaların daha sonra ortaya çıkmış gibi gösterilerek kötüniyetle istinafta ileri sürülmeye çalışılmasına imkân tanınmamalıdır.
Günümüzde kabul edilen vakıalara dayandırma teorisi gereği, dava sebebi, vakıalardan oluşmaktadır. Davacının ileri sürdüğü ve dava sebebini teşkil eden vakıaların içeriğine dahil olan bir hususun ileri sürülmesi veya açıklanmasının, yeni vakıa ileri sürme yasağı kapsamında olmadığı düşüncesindeyiz. Bu nedenle, örneğin, Türk Borçlar Kanunu m. 350/1’e göre, kiraya veren, kiralananı kendisi için işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu olduğunu belirterek kira sözleşmesinin feshi için dava açmış ve dava reddedilmişse istinaf aşamasında kendisinin konut gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu olduğu vakıasına dayanarak davanın kabulünü istemesi halinde, öne sürdüğü vakıa iddiası değişmiştir. Bu halde, öne sürülen yeni bir vakıa bulunmasına rağmen, dayanılan hukuki sebep değişmediği için bu değiştirmenin caiz olduğu kabul edilmektedir.
Kanaatimizce, dava açıldıktan sonra ortaya çıkan yeni vakıalar, iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı kapsamına girmez. Çünkü iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı dava açılırken mevcut olan vakıalar hakkında geçerlidir. Dava açıldığı sırada henüz gerçekleşmemiş vakıaların öngörülmesi ve ileri sürülmesi taraftan beklenemez. Bu nedenle, taraf, karşı tarafın rızası ile bağlı olmaksızın, söz konusu yeni vakıaları ileri sürebilmelidir. Öte yandan, esasen, dava açıldıktan sonra meydana gelen vakıalara ilişkin olarak yeni bir dava açılabilmektedir. Bu nedenle, örneğin, borcu sona erdiren bir vakıa, dava açıldıktan sonra meydana gelirse ve ilk derece mahkemesinde ileri sürülmezse istinaf aşamasında ileri sürülemeyecektir. Zira ilk derece yargılamasında söz konusu vakıanın ileri sürülmesi imkânı varken ileri sürülmemesi halinde, bu vakıaların istinafta ileri sürülemeyeceğini unutulmamalıdır. Bundan başka, istinaf aşamasında gerçekleşen iddia ve savunma dayanağı olan vakıalar bakımından da doktrinde çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre, kanunda açıklık olmamakla birlikte, ilk derece mahkemesi hükmünün kapsamı dışında kalan ve istinaf kanun yolunda ıslah ya da karşı tarafın açık rızasıyla bile ileri sürülemeyen vakıalar ancak yeni bir dava yolu ile ileri sürülebilmektedir. Diğer bir görüşe göre, ilk derece yargılaması sırasında mevcut olmayıp hükümden sonra meydana gelen vakıalar istinaf aşamasında ileri sürülüp, incelenebilir. Başka bir görüşe göre, ilk derece mahkemesi hükmünden sonra ortaya çıkan vakıaların yeni bir yargılama konusu yapılabileceği kabul edilirse söz konusu vakıalar usul ekonomisi ilkesi gereğince istinaf kanun yolunda ileri sürülebilmelidir.
SONUÇ
İlk derece yargılamasında, uyuşmazlık konusunu teşkil eden vakıalar doğru tespit edilip, bu tespit doğrultusunda doğru sonuca varılamayabilir. Bu duruma, hâkimin de bir insan olması ve hata yapabilen bir canlı olmasından kaynaklanan içsel etkenler veya yargılamanın aslî unsurlarından biri olan, çalışmamızın da odak noktasında yer alan ve uyuşmazlığı yargıya taşıyan kişi olarak taraftan kaynaklanan hata veya eksiklikleri içeren dışsal etkenler neden olabilir. Tarafların yargılamada ortaya koydukları ve hâkimi inandırma faaliyeti işine giriştikleri somut vakıaların ispatında birtakım sorunlar elbette yaşanacaktır.
Yargılamada hâkim hem tarafların ortaya koyduğu dava malzemesi kapsamında bir değerlendirme yapmakta; hem de kendisiyle dava arasındaki bağlantıyı kuran ilkeler çerçevesinde uyuşmazlığı çözmektedir (HMK m. 32). Yargılamanın sağlıklı yürütülüp gerçeğe uygun sonuçlandırılması için tarafların yargılama sürecinde sahip olduğu haklar yanında dürüst davranma ve doğruyu söyleme ödevi gibi birtakım yükümlülükleri de bulunmaktadır. İlk derece yargılamasında yargısal temel ilkelerden birine veya birkaçına uyulmaması suretiyle doğru olmayan bir yargısal çözüm ortaya çıkabilir. Yargılamanın yürütülmesiyle ilgili bu hassas nokta, kanun yolları aşaması bakımından ayrı bir önem arz etmektedir.
Bölge adliye (istinaf) mahkemelerinin 20 Temmuz 2016 tarihinde fiilen göreve başlamaları ile hukukumuzda üç aşamalı mahkeme sistemi (ilk derece – istinaf – temyiz) uygulanmaktadır. İstinaf, hükmün kesinleşmesini ertelemesi nedeniyle erteleyici etkiye ve ayrıca başvurunun caiz olması şartıyla istinaf başvurusunun kapsamıyla sınırlı olmak üzere aktarıcı etkiye sahip bir kanun yoludur (HMK m. 346). Türk Hukuk sistemindeki istinaf kanun yolu, istinaf başvuru dilekçesine karşı hasmın cevap dilekçesi verme imkânı olduğundan çift taraflıdır (HMK m. 347). Ayrıca Hukuk Muhakemeleri Kanunu uyarınca istinaf bağımsız kanun yolu olarak kabul edilmektedir (HMK m. 341).
Hukukumuzda yapılmakta olan, düzeltici kanun yolu ve bozucu kanun yolu ayrımı kapsamında istinaf, genel anlamda düzeltici kanun yolları arasında yer almaktadır. İstinafta kural olarak ilk derece mahkemesinde olduğu gibi bağımsız bir yargılama yapılmayıp ilk derece mahkemesinin verdiği karar denetlenmektedir. Ayrıca istinaf mahkemesi, bir vakıa mahkemesi olarak ilk derece mahkemesinin değerlendirdiği maddi vakıaları tekrar değerlendirme konusu yapabilmektedir. Böylece ilk derece mahkemesi hükmü, maddi hukukun doğru uygulanıp uygulanmadığı noktasında denetlenecek ve hükümdeki hatalar düzeltilecektir. Bu kapsamda bölge adliye mahkemesi, ilk derece mahkemesi kararını hukuka aykırı bulursa kanunda öngörülmüş sınırlar dâhilinde yeniden yargılama yaparak karar verebilir. İstinafta yapılan yeniden yargılamada bölge adliye mahkemesi, ilk derecenin yerine geçmemekte, denetim fonksiyonu kapsamında ve onunla sınırlı bir değerlendirme yapmaktadır.
İstinafın öncelikli amacı, ilk derece yargılamasının usulüne uygun olarak gerçekleşmiş olup olmadığının, vakıa tespitlerinin doğru veya eksik olup olmadığının, hukukun doğru uygulanıp uygulanmadığının denetimidir. Bu nedenle, Türk hukukunda benimsenen istinaf modeli, dar (sınırlı) istinaf modeline yakındır. İstinaf kanun yolunun özelliği gereği, tasarruf ilkesi ve bu ilkeyle bağlantılı olarak taraflarca getirilme ilkesi, ilk derece yargılamasındaki mutlaklığıyla kalmamakta birtakım sınırlamalara uğramaktadır. Bu da hukukumuzda dar istinaf sisteminin tercih edilmesinin doğal bir sonucudur.
Taraf veya ilgilinin istinafa başvuru şartları (kabul edilebilirlik şartları/kabule şayanlık şartları) bulunuyorsa başvurabilir. Bir davada verilen hükme karşı kanun yoluna başvuru için 3.kişinin davanın tarafı olması gerekir. Fer’î müdahil sıfatını alan 3. kişi, yanında katıldığı tarafla birlikte veya o tarafın kanun oluna başvurudan feragat etmemiş olması halinde tek başına istinafa başvurabilir. Ancak dava kendisine ihbar edilen 3. kişi, ihbara rağmen davaya müdahale talebinde bulunmamışsa, istinafa başvurması mümkün olmayacaktır. Aynı şekilde fer’î müdahale talebi kabul edilmeyen 3.kişi de istinafa başvuramayacaktır. Ayrıca taraf dilerse her zaman fer’î müdahilin istinafa başvuru talebini geri alabilir. Bu şekilde müdahilin kanun yolu talebi geçersiz hale gelir. Fer’î müdahilin tek başına taraf adına istinafa başvurabilmesi için istinaf yolunun yanında katıldığı taraf için açık olması gerektiği unutulmamalıdır. Fer’î müdahil, hükümde olmaması gerektiği halde kendisine yönelik tesis edilmiş karar varsa istinafa başvurabilir. Ancak hükümde yargılama giderleri arasında fer’î müdahale giderlerinden sorumluluk yer alabilir (HMK m. 328). Dava sonunda fer’î müdahil hakkında karar verilemeyeceği kuralı davanın esasıyla ilgili ve kamu düzeninden olup bu husus bir istinaf sebebi teşkil eder.
Yargılama konusu yapılmasına rağmen hakkında hüküm verilmeyen veya kendiliğinden hükme geçirilmesi gerekli olmasına rağmen hükme alınmayan hususlar ek kararın konusunu oluşturur (HMK m. 305/A). İlk derece mahkemesi hükmünde böyle bir eksiklik olduğunu düşünen tarafın, bu hususları istinaf sebebi yapmak yerine, hükmün tamamlanması yoluna başvurması usul ekonomisi ilkesine uygun düşecektir. Hükmün tamamlanması sonucu asıl karar ile ek kararın esas numaraları aynı olmalıdır. Eğer değilse bu bir maddi hatadır ve hükmün tashihi konusu olur. Asıl karar ve ek karar için ayrı ayrı istinafa başvurulabilmesi mümkün olup, istinafta birlikte incelenmesi için birleştirilmesi talep edilebilir.
İstinafa başvuru hakkı hukuki yarar ile sınırlandırılmıştır. Burada kanun yolu başvurusunun kabul edilebilirliği hakkında sadece şeklî hukuki yarar ölçütü yetersiz kalmakta, tarafın kanun yoluna başvuruda maddi anlamda hukuki yararının varlığına bakılmalıdır. İstinaf talebinde bulunan kimse ilk derece yargılaması sonunda aleyhine verilmiş olan karar nedeniyle hukuki durumu zedelenen taraftır.
İstinaf yoluna başvurma bakımından herhangi bir yargı organının örneğin ilk derece mahkemesinin veya bölge adliye mahkemesinin istinaf yoluna başvurmaya yönelik bir izin verme şartı bulunmamaktadır. Ancak ilk derece mahkemesi ve bölge adliye mahkemesi kabul edilebilir bir istinaf başvurusunun varlığını re’sen gözetmekle yetkilendirilmişlerdir.
Türk Hukukunda, istinaf kanun yoluna başvuru için malvarlığına ilişkin davalarda ihlal edilmiş menfaatin belirli bir parasal sınırı aşmış olması şartı aranmaktadır (HMK m. 341/1). Alman hukukunda da değere bağlı istinafın yanı sıra izne bağlı istinaf esasının kabul edilmiş olması, dava konusu düşük değerli uyuşmazlıklardaki sorunların da yüksek öneminden ötürü veyahut da uygulama birliğini temin ve geliştirme amacına yönelik olarak bir üst derece mahkemesi tarafından ele alınmasını sağladığı için hak arama özgürlüğü ve özellikle hukuki dinlenilme hakkı açısından önemli bir düzenlemedir. Türk hukuku bakımında da benzer bir değerlendirme yapılmalı ve uyuşmazlık konusunun söz konusu değeri aşmaması her zaman önemsiz olduğunu göstermemelidir. Somut olayın özelliklerine göre, içtihat birliğini sağlamak gibi yüksek önem içeren konularda hâkim ilk derece mahkemesi kararında istinaf kanun yoluna başvuru yolunun açık olduğunu belirtebilir ve böylece tarafın istinafa başvuru hakkı doğabilecektir.
Dava açmaktan farklı olarak kanun yoluna başvuruda bulunmak, daha çok uzmanlık bilgisi gerektirir. Özellikle, istinafa başvuran tarafın istinaf sebeplerini dilekçesinde göstermek zorunda olması, istinaf başvurusunun gerekçelendirmesi ve bölge adliye mahkemesinin kural olarak bu sebeplerle sınırlı inceleme yapacak olması istinaf kanun yolunda avukatla temsilin önemini göstermektedir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 349. maddesine göre, taraflar, ilamın kendilerine tebliğinden önce, istinaf yoluna başvurma hakkından feragat edemezler. Yani tarafın istinafa başvurma hakkından feragat edilebilmesi için ilk derece mahkemesince hüküm verilmiş mahkeme ilamı taraflara tebliğ edilmiş olmalıdır. Burada kanun koyucu söz konusu taraf usul işleminin geçerli bir şekilde yapılabileceği usul kesitini sınırlandırmıştır. Hükmün fer’î müdahil hakkında verildiği durum hariç olmak üzere, fer’î müdahilin yanında yer aldığı taraftan bağımsız olarak kanun yoluna başvurma hakkı olmadığı kabul edildiğinden kural olarak bu yola başvurudan feragat etme hakkı da bulunmamaktadır. Ancak fer’î müdahilin yargılamadaki fonksiyonu basite indirgenmemeli ve taraf yardımcısı sıfatına sahip olan, bu anlamda yanında davaya katıldığı tarafın işlem ve açıklamalarına aykırı olmayan her türlü usul işlemlerini yapabileceği kabul edilmelidir.
İstinafa başvuru hakkından feragatin sonucunda, taraf, henüz kanun yoluna başvuru süresi dolmamış olsa dahi, tekrar istinafa başvurma hakkını kullanamayacaktır. Yani feragat eden taraf için hüküm şekli anlamda kesinleşmiş olur. Bu durumda taraf olağan kanun yollarına başvuramaz. Artık kanun yoluna başvuru hakkı olmadığı için diğer taraf temyize başvurursa, katılma yoluyla temyiz başvurusunda bulunabilir.
İstinaf talebinin gerekçelendirilmesi istinaf başvurusunun kabule şayanlık şartlarından olduğu düşüncesindeyiz. Tarafın talebi (istemi) olmadan istinaf incelemesi yapılamamakta olup istinafa başvuran taraf, istinaf incelemesi sonucu verilecek kararla hukuki durumunun iyileştirilmesini talep etmekte, bu talebini somutlaştırması, gerekçelendirmesi beklenmektedir.
İlk derece yargılamasında veya hükümde var olduğu iddia edilen hata veya eksiklikler istinaf dilekçesinde genel ifadelerle yetinilmeyerek açıklanmalıdır. İstinaf talep sonucunda istinaf yoluna başvuran taraf, yeniden bir karar verilmesini mi, kararın değiştirilerek düzeltilmesini mi, yoksa aleyhinde verilmiş olan hükmün kaldırılmasını mı istediğini belirtmek durumundadır.
İstinaf incelemesi, temelde taraf hatasından kaynaklanan yargılama hatalarını değil, ilk derece mahkemesi hâkiminin kararın verilmesinde etkili olan objektif hatalarını kapsamalıdır. İlk derece mahkemesinin hükme etkili vakıa tespitlerinin hatalı ya da eksik olması veya tespit olunan vakıalara yanlış ya da eksik hukuk kuralının uygulanması durumunda objektif hata mevcuttur. Tarafların dava malzemesini eksik getirmiş veya hiç getirmemiş olması, ilk derece mahkemesince hatalı hüküm kurulmuş olmasına sebep olmuşsa, burada sübjektif bir hata söz konusudur. Türk Hukukunda sübjektif hatalar bazı istisnai hallerde istinaf sebebi olarak ileri sürülebilmektedir.
İstinafta taleple bağlılık ilkesi gereği sadece istinaf hâkimi değil, tarafın kendisi de kural olarak ileri sürdüğü istinaf sebepleriyle bağlıdır (HMK m. 355/c. 1). İstinaf başvurusunda bulunan taraf, daha sonra yargılama sırasında istinaf dilekçesinde ileri sürdüğü talepleri genişletemez veya değiştiremez. İstinafa başvuran taraf, karşı tarafın açık muvafakati ile istinaf sebeplerinde genişletme yapabilirken, ilk derece mahkemesinde ileri sürmediği iddia ve savunma sebeplerini istinaf sebebi olarak ileri sürememelidir. İstinafta ön inceleme aşamasında başvurusunun reddedilmesi ihtimaline karşılık tarafın kamu düzenine ilişkin olan veya olmayan tüm başvuru sebepleri ve gerekçesini istinaf dilekçesinde belirtmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 341’e göre, istinaf incelemesinde hangi bölge adliye mahkemesinin yetkili olduğu konusundaki düzenlemeler kamu düzenine ilişkindir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357/2’ye göre, bölge adliye mahkemeleri için yetki sözleşmesi yapılamaz. Ancak taraflar arasında ilk derece mahkemesinin yetkisi için yapılan yetki sözleşmesi varsa buna göre bölge adliye mahkemesi de yetkili mahkeme hâline gelebilir.
HMK’nın istinafta yapılamayacak işlemleri düzenleyen 357. maddesine göre, bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulacaklar dışında, ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen iddia ve savunmalar (iddia ve savunma sebepleri) dinlenemez, yeni delillere dayanılamaz. Söz konusu madde hükmü Türk Hukukunda sınırlı (dar) istinaf modelinin benimsenmiş olmasının bir sonucudur. Bu nedenle, tarafın ilk derece yargılamasında ileri sürdüğü talepler ve savunmalar istinaf yargılamasında önem arz etmektedir.
Teksif ilkesi istinafta da geçerli olup istinafta tarafın yapabileceği usul işlemlerine bir takım sınırlamalar getirilmesi ile sürecin gereksiz uzaması önlenmek istenmiştir. Bu anlamda, iddianın genişletilmesi kapsamında kalan, talep sonucunun genişletilmesi ve dava sebebinin (hayat olayı – vakıalar) genişletilmesi yasak kapsamında kalmaktadır. İlk derece yargılamasında iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının başladığı an olan dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra (HMK m. 141/1), ortaya çıkmış vakıaların veya iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağının istisnası kapsamında ileri sürülmüş olan talepler, yeni talep olarak nitelendirilmeyecektir.
İstinafta ileri sürülen bir talebin yeni talep olup olmadığını belirlemek bakımından salt talep sonucu bazlı değerlenme yapmamak gerekir; somut olaya göre vakıaların da dikkate alınması gerektiği unutulmamalıdır. Taraf, istinafta yeni talep ileri sürme yasağı kapsamında, ilk derece yargılamasındaki iddialarını yani, talep sonucunu değiştiremeyecek veya onlara yenisini ekleyemeyecektir. Bu husus, dava konusunun değiştirilmesi suretiyle dava değiştirme yasağı olarak ifade edilmektedir.
Türk kanun koyucusunun tercihi dava malzemesinin mümkün olduğunca ilk derece mahkemesinde toplanması ve mevcut dava malzemesinin istinafta değiştirilmesi veya yeni dava malzemesi getirilmesinin yasaklanması yönündedir (HMK m. 357). Buna göre, dava malzemesini toplamak, değerlendirmek ve hükmü vermekle görevli asıl merci ilk derece mahkemesidir.
İstinafta ileri sürülebilecek vakıalar yeni vakıa getirme yasağı ile sınırlandırılmıştır. Kural olarak, ilk derece yargılamasında ileri sürülmeyen bir vakıa yeni bir vakıa sayılır ve ayrı bir davanın konusunu oluşturur. Ancka taraflarca ilk derece mahkemesine sunulan dilekçelerden ve daha sonra karşı tarafın açık muvafakati ya da ıslahla dahil edilen vakıalar ile ilk derece mahkemesinin duruşma tutanaklarından anlaşılan vakıalar, yeni vakıa olarak nitelendirilemez.
Yeni vakıa getirme yasağı ile istinafta ileri sürülebilecek vakıalar sınırlandırılmamış olsaydı, tarafın ilk derece yargılamasını önemsemeyerek bazı vakıa ve delillerini son çare olarak saklayıp, bütün odağını istinaf yargılamasına yöneltmesi söz konusu olabilirdi. Bu durumda da bölge adliye mahkemelerinin iş yükünün beklenenden daha çok olması ve ilk derece yargılamasının önemini yitirmesi sorunları yaşanabilirdi. Bu anlamda, ilk derece yargılamasında vakıalarını hiçbir sebep ve mazeret olmaksızın ileri sürmeyen, davayı haksız yere uzatmak amacıyla hareket eden tarafın istinaf başvurusu haklı kabul edilmeyerek istinaf kanun yolunun denetim amacı ön planda tutulmuştur.
Vakıaların ileri sürüldükleri zaman dilimi bakımından bir ayrım yapmak gerekirse dava açılmadan önce meydana gelen ve ilk derece yargılaması sırasında ileri sürülmüş olan vakıalar, dava dosyası içerisinde bölge adliye mahkemesi önüne gelmekte ve dikkate alınmaktadır. Aksine, dava açıldığı sırada mevcut olmasına rağmen teksif ilkesi ve bu ilke kapsamında iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağının istisnaları olan ıslah veya karşı tarafın açık rızası kurumları çerçevesinde taraflarca davaya dahil edilmemiş vakıalar, istinafta yeni vakıa olarak kabul edilip, ileri sürülemeyecektir. Dava açıldıktan sonra meydana gelen vakıalar veya istinaf aşamasında meydana gelen vakıalar, taraflarca istinaf yargılamasında ileri sürülebilmelidir. Kanaatimizce, dava açıldıktan sonra ortaya çıkan yeni vakıalar, iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı kapsamına girmez. Çünkü iddia ve savunmanın değiştirilmesi ve genişletilmesi yasağı dava açılırken mevcut olan vakıalar hakkında geçerlidir. Dava açıldığı sırada henüz gerçekleşmemiş vakıaların öngörülmesi ve ileri sürülmesi taraftan beklenemez.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357 uyarınca kural olarak yeni delillerin de istinaf aşamasında ileri sürülmesi yasaklanmıştır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357/1’e göre, bölge adliye mahkemesince re’sen göz önünde tutulacaklar dışında, yeni delillere dayanılamaz. Ancak re’sen araştırma ilkesinin uygulandığı dava ve işlerde yeni delil ileri sürülmesi yasağı geçerli değildir. Ayrıca taraflarca getirilme ilkesinin uygulandığı dava ve işlerde de hâkimin re’sen göz önünde tutacağı deliler söz konusu olabilir.
İlk derece mahkemesinde usulüne uygun olarak gösterildiği halde incelenmeden reddedilen ve mücbir bir sebeple gösterilmesine olanak bulunmayan deliller yeni delil ileri sürülmesi yasağının istisnası arasında yer almaktadırlar. Tarafın elinde olmayan nedenlerle ilk derece yargılaması sırasında elde edilememiş deliller de yeni delil olarak nitelendirilir. Ancak söz konusu deliller ilk derece yargılaması sona erdikten sonra ortaya çıkmış veya ilk yargılaması sırasında mevcut olup da ele geçirilememiş olabilir. Delil sözleşmesinin yapılma amacı ve istinaf aşamasında yapılamayacak usul işlemleri birlikte değerlendirildiğinde bölge adliye mahkemesinde yapılacak istinaf yargılamasında delil sözleşmesinin yapılamaması gerektiği düşüncesindeyiz. Ancak ilk derece mahkemesi kararı duruşma yapılmaksızın usule ilişkin sebeplerle kaldırıp, dosya yeniden yargılama yapılması için ilk derece mahkemesine gönderilmişse, bu aşamada çoğu zaman ilk derece mahkemesinde esasa ilişkin inceleme ilk kez yapılacak olduğu için tarafların delil sözleşmesi yapmaları yargılamayı uzatma amacı taşımayacaksa mümkün olmalıdır.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357/1’e göre, bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinde karşı dava açılamaz. Zira istinafta doğrudan dava açılamaması sebebiyle, karşı dava da açılamamaktadır. İstinaf aşamasında karşı dava açılamaması, hukukumuzda kabul edilen dar (sınırlı) istinaf modeline uygundur.
HMK m. 353/1-a’ya göre, usule ilişkin duruşma yapılmaksızın karar verilen hallerde, tarafın duruşma yapılmasını talep etmesi mümkün değildir. Kanun’da açık olarak belirtilen bu istisnalar dışında, istinaf aşamasında duruşma yapılması zorunludur ve mahkemenin takdirine bırakılmamıştır. Bu nedenle, koşulları oluşmasına rağmen duruşma yapılmadan, dosya üzerinden karar verilmesi halinde adil yargılanma hakkı kapsamında hukuki dinlenilme hakkının ihlali sonucunu doğurur. Özellikle, HMK m. 353/1-b’e göre bölge adliye mahkemesinin esastan incelemesini dosya üzerinden gerçekleştirdiği haller bakımından bir tereddüt ortaya çıktığında, takdir hakkının duruşma yönünde kullanılması uygun düşecektir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 38 uyarınca, ilk derece hâkiminin reddi talebi, en geç nihai kararın verilmesine kadar ileri sürülmelidir; bundan sonraki talepler dinlenmemektedir. Burada, ret isteminin daha önce yapılabilmesi mümkün olmasına rağmen, yapılmamış olması halinde, ilk derece yargılamasında nihai karar verildikten sonra ilk derece hâkiminin reddinin ileri sürülmesi engellenmiştir. Ayrıca süresi içinde ileri sürülmeyen ret talepleri, ıslah yolu ile de ileri sürülememektedir (HMK m. 357). Tarafın ilk derece yargılamasındaki hâkimin reddi talebi değerlendirilmeden nihai karar verilmişse taraf, artık hâkimin reddi talebini ileri süremeyeceği için bu durumu bir istinaf sebebi olarak ileri sürmesinde bir engel bulunmamaktadır. Şüphesiz bölge adliye mahkemesi hakimleri bakımından ortaya çıkmış ret sebepleri olabilir. Bu durumda yine HMK. m.40/4 ve m. 44 uygulama alanı bulur. İlk derece yargılamasına katılmayan üçüncü kişinin kanun yolu aşamasında müdahale talebinde bulunarak davaya katılması söz konusu olmamaktadır. Zira HMK m. 357’de bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinde istinaf incelemesi yapılırken davaya müdahale talebinde bulunulması açıkça yasaklanmıştır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 357. maddesi, istinafta davanın ihbarına ilişkin olarak herhangi bir düzenleme getirmemiştir. Ancak istinaf aşamasında fer’î müdahalenin yasaklanması sebebiyle davanın ihbarı da istinaf kanun yolunda mümkün olamayacaktır. Ancak re’sen ihbarı ile ilgili HMK m. 47/1 ve m. 48/2 saklıdır.
İstinaf aşamasında genel olarak dava değiştirme yasağı geçerli olduğu için bu kapsamda dava konusunun genişletilmesi veya değiştirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle, bölge adliye mahkemesinin ilk derece mahkemesi olarak baktığı davalar hariç olmak üzere, istinaf yargılamasında ıslah kurumuna başvurulamamaktadır (HMK m. 357). Ancak maddi gerçeğe ulaşılması amacı bakımından, bazı sınırlı hallerde, ıslah kurumuna başvurulmasına imkân tanınabilecektir. Örneğin, istinaf kanun yolunda yeniden tahkikat yapılması halinde, bilirkişiden ek rapor ya da yeni bir bilirkişi raporu alınması veya keşif yapılması sonucu davacının ıslah yoluyla talep sonucunu artırabilmesi istinafta yapılan tahkikata aşamasını anlamlı kılacaktır. Belirsiz alacak davası söz konusu olup da bölge adliye mahkemesinde alınan bilirkişi raporu gereğince tarafın talep sonucunu artırması için ise ıslaha da gerek yoktur. Ayrıca bölge adliye mahkemesince yapılan istinaf incelemesi sonucunda, ilk derece mahkemesi kararının HMK m. 353/1-a’da belirtilen usuli sebeplerle kaldırılmasından sonra, dosya kendisine gönderilen ilk derece mahkemesince, kaldırma kararının gereklerinin yapılması halinde oluşan durum bertaraf edilmeden, tarafın hatalı ya da eksik yaptığı bir usul işlemi için ıslah yoluna, HMK m. 176-182 çerçevesinde başvurabilmesi gerekir. Kanun koyucunun istinaf kanun yoluna ilişkin hükümleri getirirken gözettiği amaç istinaf kanun yolunun davaların uzamasına neden olmamasını sağlamaya yönelik olduğu için tarafların ıslah yolu ile istinaf sebeplerini ve istinaf dilekçelerini değiştirememeleri gerekir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 357/1’e göre, bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinde, Kanun’un 166. maddesinin birinci fıkrası hükmü saklı kalmak üzere, davaların birleştirilmesi istenemez. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 167. maddesinin bölge adliye mahkemesinde davaların ayrılması bakımından da geçerli olacağı belirtilmiştir. Bu nedenle, tarafların istinafta davaların ayrılmasını talep etmesine bir engel bulunmamaktadır.
İstinaf aşamasında yapılabilecek ve davayı sona erdiren taraf usul işlemlerine birtakım istisnalar getirilmiştir. Bunlardan biri, iflâs davasından feragat edilmesine ilişkindir. 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanunu m. 165/2 uyarınca, iflâs kararı verilmesinden sonra iflâs davasından feragat geçersizdir. Ayrıca çekişmesiz yargı işleri, kural olarak kamu düzenine ilişkin olduğundan re’sen araştırma ilkesi geçerli olup davayı sona erdiren taraf usul işlemleri yapılamamaktadır. İstinaf aşamasında avukat, AvK m. 35/A kapsamında uzlaştırma yetkisini kullanamayacak yani tarafın avukatı ile birlikte karşı tarafa uzlaşma davetinde bulunamayacaktır. Bunun dışında, tarafların istinaf aşamasında da alternatif bir uyuşmazlık çözüm yolu olarak arabuluculuğa başvurmalarını engelleyen bir hüküm yoktur. Ancak yargılama değerleri ve ilkelerinin buna engel oluşturduğu belirtilmelidir. İstinaf aşamasında arabuluculuk yoluna başvurulması, usul ekonomisine uygun düşmez. Tartışmaya açık bir konu olmakla beraber, uyuşmazlık için nihai bir karar elde edilmiş olmasından sonraki zaman diliminde arabuluculuktan beklenen faydaların gerçekleşebilmesi mümkün değildir.

KAYNAKÇA
1-Nagihan Mazlum, Medeni Usul Hukukunda Teksif İlkesi Principle Of Concentration İn Civil Procedure, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 70 (1) 2021: 107-144
2-Karslı Abdurrahim, Medeni Muhakeme Hukuku, 3.B, İstanbul 2012, s.289.
3-Aslan Akyol Leyla, Medeni Usul Hukukunda Davadan Feragat, Ankara 2011, s.56; Kuru Baki, Medeni Usul Hukuku El Kitabı, 2.C, C.1, Ankara 2020, s.568;
4-Tanrıver Süha, Medeni Usul Hukuku, 3.B, C.1, Ankara 2020, s.350;
5-Arslan Ramazan/Yılmaz Ejder/ Taşpınar Ayvaz Sema/Hanağası Emel, Medeni Usul Hukuku, 6.B, Ankara 2020, s.148;
6-Görgün Şanal/ Börü Levent/ Toraman Barış/ Kodakoğlu Mehmet, Medeni Usul Hukuku, 9.B, Ankara 2020, s.338;
7-Budak Ali Cem/ Karaaslan Varol, Medeni Usul Hukuku, 4.B, Ankara 2020, s.71;
8-Atalı Murat/Ermenek İbrahim/Erdoğan Ersin, Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, 3.B, Ankara 2020, s.91;
9-Erdönmez Güray, Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, 15.B, 3. C, C.1, 2, 3, İstanbul 2017, s.781-782;
10-Alangoya Yavuz/ Yıldırım Kamil/ Deren-Yıldırım Nevhis, Medeni Usul Hukuku Esasları, 8.B, İstanbul 2011, s.182;
11-Üstündağ Saim, Medeni Yargılama Hukuku, 6.B, İstanbul 1995, s.253.
12- Emir Yıldırım, İstinaf Aşamasında Yeni Vakıa Ve Delil Getirme Yasağı, Prof.Dr.Baki Kuru Anısına Armağan, C.III, Onikilevha, İstanbul 2025,s.2172
13-Özçelik Volkan, Türk Medeni Usul Hukukunda Taraflarca Getirilme İlkesi, Ankara 2020, s.94;
14-Bilge Necip, Medeni Yargılama Hukuku, 2.B, İstanbul 1967., s. 260;
15-Umar Bilge, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Ankara 2011. r, s.108;
16-Kuru Baki, Medeni Usul Hukuku El Kitabı, 2.C, C.1, Ankara 2020., s.569;
17-Tanrıver Süha, Medeni Usul Hukuku, 3.B, C.1, Ankara 2020, s.354;
18-Arslan Ramazan/ Yılmaz Ejder/ Taşpınar Ayvaz Sema/ Hanağası Emel, Medeni Usul Hukuku, 6.B, Ankara 2020., s.158;
19-Erdönmez Güray, Medeni Usul Hukukunda Belgelerin İbraz Mecburiyeti, İstanbul 2010, s.795;
20- Alangoya Yavuz/ Yıldırım Kamil/ Deren-Yıldırım Nevhis, Medeni Usul Hukuku Esasları, 8.B, İstanbul, s.183;
21-Budak Ali Cem/ Karaaslan Varol, Medeni Usul Hukuku, 4.B, Ankara 2020., s.85;
22-Kuru Baki, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, İstanbul 2016, s.297;
23-Aslan Akyol Leyla, Aslan Akyol Leyla, Atalı Murat/ Ermenek İbrahim/ Erdoğan Ersin, Medeni Usul Hukukunda Davadan Feragat, Ankara 2011, s.98;
24-Görgün Şanal/ Börü Levent/ Toraman Barış/ Kodakoğlu Mehmet, Medeni Usul Hukuku, 9.B, Ankara 2020., s.340.
25- Rüzgaresen Cumhur, Medeni Muhakeme Hukukunda Usul Ekonomisi İlkesi, Ankara 2013, s.113.
26- Şeker Hilmi, İlkeler Işığında Ön İnceleme Kurumu, İstanbul 2012, s.33.
27- Karaaslan, Varol, Hâkimin Davayı Aydınlatma Ödevi, Ankara 2013., s.107.
28- Budak Ali Cem/ Karaaslan Varol, Medeni Usul Hukuku, 4.B, Ankara 2020., s.87;
29- Akyol Aslan Leyla, Medeni Usul Hukukunda Cevap Dilekçesi Verilmemesinin Sonuçları,
Ankara 2019, s.376
30- Atalay Oğuz, Medeni Usul Hukukunda Menfi Vakıaların İspatı, İzmir 2001, s.57; Yıldırım Mehmet Kâmil, Medeni Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi, İstanbul 1990, s.195;
31-Göksu Mustafa, Hukuk Yargılamasında Vakıa ve Hukuk, Haluk Konuralp Anısına Armağan, Ankara 2009, s.324, dn.4;
32-Gürdoğan Burhan, Temyiz Mahkemesinin Kontrolü Bakımından: Vakıa ve Hukuk, Zeki Murat Alsan’a Armağan, Ankara 1956, s.260;
33- Yardımcı Taner Emre, Hukuk Yarılamasında Somutlaştırma Yükü, İstanbul 2017, s.58;
34-Özçelik Volkan, Türk Medeni Usul Hukukunda Taraflarca Getirilme İlkesi, Ankara 2020., s.126.
35- Yıldırım Mehmet Kâmil, Medeni Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi, İstanbul 1990. s.115;
36- Kıyak Emre, Dava Açılmasının Usul Hukukuna İlişkin Sonuçları, Ankara 2014, s.133;
37- Göksu Mustafa, Hukuk Yargılamasında Vakıa ve Hukuk, Haluk Konuralp Anısına Armağan, Ankara 2009, s.323-350
38- Yılmaz Ejder, Medeni Yargılama Hukukunda Islah, 4.B, Ankara 2013, s.45; Pekcanıtez, s.267-268;
39-Akil Cenk, Yargıtay Kararları Işığında Zamanaşımı Def’inin Islah Yolu ile İleri Sürülüp Sürülemeyeceği Meselesi, HHFD 2012, s.4.
40- Üstündağ Saim, Süresinde Cevap Layihası Vermemenin Yaptırımı Vardır, İBD 1962, S.1-2-3, s.27-28.
41- Tutumlu Mehmet Akif, Medeni Usul Hukukunda Islah, 3.B, Ankara 2015, s.150
42- Tanrıver, Suha, Doc. Dr. Haluk Konuralp’in Tebliğini Değerlendirme, Medeni Usul ve İcra İflas Hukukcuları Toplantısı VI, TBB Yayınları, Ankara, 2008, s. 149.
43-Yılmaz, Orhan, “Hukuk Davalarında Tahkikatın Yürütülmesi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 4, 1989, s. 604;

 

 

 

 

 

Şahin hukuk bürosu osmaniye

1998 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra Osmaniye Barosunda stajımı tamamlayarak aynı ilde ofisimi açtım..

Poyraz İşhanı A Blok K:4 No:14 Merkez/ Osmaniye
0(505) 624 96 03